Kafesteki Ülke

Sir John F.W. Herschel, 1840 yılında, yakın arkadaşı İngiliz bilim adamı William Henry Fox Talbot’un bir yüzey üzerinde elde ettiği görüntüye fotoğraf adını verdi. Lumiére kardeşler, 20. yüzyılın en büyük eğlencesine, en görkemli kitle iletişimine ve en ilginç sanatına yol açacaklarından habersiz, ilk hareketli görüntü gösterilerini 28 Aralık 1895 günü Paris’te Salon Indian Du Grand […]

Sir John F.W. Herschel, 1840 yılında, yakın arkadaşı İngiliz bilim adamı William Henry Fox Talbot’un bir yüzey üzerinde elde ettiği görüntüye fotoğraf adını verdi. Lumiére kardeşler, 20. yüzyılın en büyük eğlencesine, en görkemli kitle iletişimine ve en ilginç sanatına yol açacaklarından habersiz, ilk hareketli görüntü gösterilerini 28 Aralık 1895 günü Paris’te Salon Indian Du Grand Café’de gerçekleştirdiler. Gösteri on kısa metrajlı filmden oluşuyor ve her film 46 saniye sürüyordu. Filmler arasında bir trenin istasyona yaklaşmasını kesit alan film, izleyenleri o kadar etkilemişti ki, izleyiciler büyük bir panikle yerlerinden kalkıp salondan dışarı çıkmak istemişlerdi.

Fotoğrafla başlayarak, sinemayla gelişen bu görsel dönüşüm 1900’lü yıllarda geniş kitlelerin ilgisini çeken bir eğlence aracı olmaya, başlı başına bir endüstri olarak örgütlenmeye başlayacak, bütün sanatları bünyesinde birleştirecek ve bunun sonucunda onu hiçbir güç durduramayacaktı.

Sinemayı sinema yapan yönetmenlerden, adı yıllar yılı “korku, gerilim, heyecan” sözcükleriyle eş
anlamlı olmuş Alfred Hitchcock, diğer meslektaşları gibi, filmlerinde çağın önemli ve gerçek sorunlarını ele almayı, seyirciye bu konuda, düşünceler, bildiriler, mesajlar iletmeyi aklından bile geçirmemişti. Ona göre, halk, sinemada politikayla ilgilenmez, sıradan gündelik, olağan şeyler de anlatılmalıdır sinemada; beyaz perdenin dikdörtgeni heyecanla yüklü olmalıdır.

Olağanüstü, çizgi dışı şeyler seyirciyi daha çok sürükleyecek, perdeye bağlayacak biçimde kendini göstermelidir. Etkisi bir an süren, dozu yüksek gerilimler yerine, uzun süren ve insanı zaman içinde tedirgin eden, korkutan bekleyişlerden yanadır.

Hitchcock, Federico Fellini’nin “kıyamet şiiri” olarak adlandırdığı Kuşlar adlı filminde, doğanın bu masum yaratıklarının günün birinde öfkeye gelip insanlara saldırmaya ve onları vahşice yok etmeye başlamasını anlatır. Tüm olay, San Francisco’nun kuzeyindeki Sonomo kıyısında yer alan küçük Bodega Koyu kasabasında üç günlük bir zaman dilimi içinde geçer. Kuşlar, gittikçe çoğalan miktarlarda görünürken, olay geliştikçe artan oranlarda tehlikeli olmaya başlarlar. Hitchcock, kuşların saldırmaları için herhangi bir neden göstermese de, bununla ilgili François Truffaut’a şunları söylemiştir:

“Yalnızca, insanlarla kuşlar arasında eski çağlardan beri süregelen çatışmayı tersine çevirmek istedim; kuşlar yerine insanları kafese kapattım.”
Uzun zamandır bir Hitchcock filminin içinde gibiyiz. Tedirginlik yerini korkuya bırakıyor. Görüntü gerçeğin, yalan doğrunun, mutsuzluk mutluluğun yerini alıyor; okumayan, düşünmeyen, politikayla ilgilenmeyen insanlar çoğalırken, birileri bunları fırsat bilip, ülkemizi kafese kapatmaya çalışıyor…

Ama gün gelecek bu film bitecek. HAYIR’ların gücü karanlığı aydınlatacak. Nasıl ki bir sinema salonunda filmin sona ermesiyle ışıklar yanar, salon karanlıktan aydınlığa kavuşursa, ülkemiz de işte böyle aydınlığa kavuşacak…

Orhan Tüleylioğlu

Exit mobile version