Bir zamanlar, Turgut Özal’a Size alışamadım, alışamayacağım, diye mektup yazan bir yürekli subay vardı; Atatürkçü subay!
Kanıksamak, kötülüklere alışmak belki de olabileceklerin en kötüsüdür. Bir kez başa geldi mi en onmaz işlere bile alışırsın. Tınmazsın bile. Yavaş ısıtılan suda haşlanan zavallı kurban kurbağayı bilmeyen var mıdır?
Son on yıllardır o kurbağaya benzemediğimizi kim savlayabilir?
Belediye otobüslerinde, şehirlerarası otobüslerde, trenlerde, caddelerde, alışveriş merkezlerinde görmüşsünüzdür; iki-üç küçük çocuğuyla bir anne ama zaten kendi çocuk. Bir de bu çocuklar doğmadan önceki çağını, yaşını düşünün… Korkunç! Bu nasıl insan olmaktır? Artık çocukların korunmaymış, Medeni Yasaymış, yetişkin olmakmış, evlilik koşullarıymış, hak getire.
Peki, bu saydığımız koşullar laikçi teyze kaprisi mi? Bunlar doğruluğu ortak insanlıkça benimsenmiş, evrensel ilkelerdir. Uymadığında yabancılara bir nen olmaz, olan sana olur. Laiklikle ilişkinin tümüyle kesilmesinin acı sonuçlarındandır bu gerçek. O anneye sorsanız o da ayrımında olmayabilir uğradığı kötülüğün. Olmaması gerçeği ortadan kaldırmaz. Çocuğu devlet, aile, okul korumazsa kim, hangi güç koruyacak? Her yanı tarikatlar, cemaatler, mektepler, medreseler sarmış; örümcek ağı!
Yakın geçmişte devlet de aile de okul da bu konulara az çok duyarlıydı. Ara ki bulasın.
Altında bilgisizliğin desteklenmesi, parasal çıkar ilişkileri, bu ilişkilerin din ile soslanması yatıyor.
Siyasetse bu acımasızlıktan iktidarıyla, muhalefetiyle tepe tepe yararlanıyor.
Sorumuz doğrudur: Çocukları kim koruyacak?