Bir ülkede devletin üç gücü ‘yasama, yürütme ve yargı’ tek elde toplanmış ve Anayasa lastik gibi eğilip bükülüyorsa orada demokrasi kapıda bekliyor demektir.
“Devlet, işte o benim” (L’Etat, c’est moi) sözü Güneş Kral diye bilinen ve 1643 yılında 5 yaşında tahta çıkarılıp, 1715’e kadar tahtta kalan, Fransa Kralı XIV. Louis’ye ait. Mutlakiyetçi Kral, bu süreçte merkezileşmeyi ve bürokratikleştirmeyi arttırdı, yönetimi kişisel olarak kullandı.
Oysa gelişen katılımcılıklarıyla ve uzlaşı kültürleriyle İngilizler daha istikrarlı bir sistem kurdular. 1215’ de İngiliz baronları (feodalleri) Londra’da Magna Carta Libertatum ile Kral Yurtsuz Jean’ın yetkilerini sınırlıyorlardı.
Zaman içinde burjuvaların 17. yüzyıla ait çeşitli bildiri ve belgelerle hukuk güvenliği ve müşterek hukuk (common law) oluşturarak bu çizgiyi sürdürmeleri monarşi etrafında demokratik bir gelişmenin kapılarını açarken, Osmanlı İmparatorluğu 1808’de Türk tarihindeki ilk anayasal belge olarak bilinen Sened-i İttifak ile tökezliyordu. Ne padişlar istiyordu anayasayı ne de paşalar. Yalınızca Namık Kemal gibi birkaç aydın ve Mithat Paşa gibi birkaç bürokrat devletin bekasınının buna bağlı olduğunu, giderek içine çekilmekte olduğumuz bataklıktan kurtulmak ve gemiyi yeniden yüzdürmek için modern bir devlet aygıtının tesisısinin gerektiğini düşünüyordu.
Anayasal parlamenter düzene geçme amacıyla Abdülaziz devrilip yerine V. Murat getirilmiş ama yeni padişah da ihtilalden sonra iktidarlarını pekiştiren paşalar da birden başka telden çalmaya başlamışlardı. Halk buna hazır değil diyorlardı. Aslında kendileri iktidarlarını paylaşmaya hazır değillerdi
Alemdar Mustafa Paşa’nın zorlamasıyla oluşturulan, aslında daha çok ayana (yol, yön, amaç) yükümlülükler getirip, Padişahı yemin dışı bırakan Sened-i İttifak’ı II. Mahmut hiç uygulamamış, kendisini sınırlayacak yerel güçleri de tasfiye ederek merkezde iktidarı mutlaklaştırmıştı. Sened-i İttifak’ın yükünden kurtulan ve feodal ve askeri güçlerin oluşturduğu engelleri ortadan kaldıran II. Mahmut, rakipsiz ve sınırsız bir güce ulaşmış, onu dengeleyecek bir erk ve kurum kalmamıştı. Devlet ve merkez güçlendirilirken, merkezi güçler arasında (Saray, sadrazam, ordu, ulema ) iktidarın belirleyicisi olarak Saray öne çıkıyordu.
***
1839-1876 sürecinde de Tanzimat ile birlikte oluşan bürokrasi, Padişahın yetkilerini sınırlamaya başlıyordu. Ancak II. Abdülhamit, Tanzimat’ın bu yükselen siyasi gücünü hizaya sokarken, iktidarının karşısında onu dengeleyecek hiçbir unsur bırakmadı. Meclisin (Heyet-i Ayan), Rus Savaşı sırasındaki askeri başarısızlığı ve yolsuzluk iddialarını sorgulamasını tehlike olarak görüp, parlamentoyu tatil etti, Tanzimat ile oluşmuş bürokrasiyi kontrolü altına alıp kadir-i mutlak bir egemen olarak hüküm sürmeye başladı. Yıldız Sarayı’nda nazırları devreden çıkararak taşra ile bu dönemde sayıları 5’ten 28’e ulaşacak mabeyin katipleri aracılığıyla doğrudan iletişim kurarken, hem merkezi daraltarak güçlendiriyor hem de iktidarı şahsileştiriyordu. II. Abdülhamit de tek adam olarak İmparatorluğu modern bir devlet ve büyük bir İslam gücü haline getirme düşünü taşıyordu. II. Meşrutiyet mutlak gücü sınırlarken ülke yalancı bir bahar havasına giriyordu. Nitekim kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki iktidarı bir darbeyle elde edecek ve merkezde belirleyici tek güç haline gelecekti.
Mutlakiyetçi siyasi kültür, Milli Mücadele’de yerel unsurlarla demokratik temsil yoluyla yapılan ittifakla aşılırken, adem-i merkeziyetçi bir temele oturan 1921 Anayasası ile merkezin yetkilerinin bir bölümü taşraya devrediliyordu. Ancak 1924 Anayasası ile birlikte merkezin yerelle yetki paylaşımından vazgeçildi. Mustafa Kemal, yapılacak devrimlerle toplumu tepeden modernleştirerek Batı Medeniyeti’ne ulaştırma düşüyle rejimi devletçi-merkeziyetçi-otoriter bir eksene oturtuyor, merkezde rakipsiz ve sınırlanamayan bir güç olarak iktidarı mutlaklaştırıyor ve şahsileştiriyordu.
Merkeziyetçi-otoriter yapı varlığını çok partili hayata geçildikten sonra da devam ettirdi. Bu sefer merkeziyetçi yapının ürettiği askeri bürokrasi kendisine eklemlenmiş güçlerle birlikte çevrenin seçerek merkeze gönderdiği partilerle iktidar çatışmasına girdi.
Bu çatışma AKP’nin iktidar olduğu 2002’den sonra daha da şiddetlendi. AKP iktidarı, merkeziyetçi-otoriter yapıyı temsil eden güçleri AB kriterleri doğrultusunda yaptığı reformlardan aldığı güçle geriletti. Ancak siyasi iktidar, 2011 yılından başlayarak demokratik reformlardan vazgeçip, kendi genel başkanının merkezdeki iktidar gücünü genişletmesine destek verdi. Böylece merkezdeki denetlenemez güç Cumhurbaşkanının şahsında tecessüm etti.
Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen, bir tür başkanlık sistemine 9 Temmuz 2018 günü geçti. Çoklu, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü nitelikleriyle barışı ve hukuk güvenliğini sağlayacağıyla övülen, “Türkiye’yi uçuracak” diye pazarlanan bu ucube başkanlık sisteminde umduğumuz demokrasi 2024 yılının başında da yine boynu bükük bir vaziyette kapının dışında bekletilmekte.
***
Tayyip Erdoğan henüz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” demişti. Oysa demokrasinin kendisine sunduğu haklardan faydalanarak İstanbul ‘a Belediye Başkanı olmuştu. O yere geldik dedi. Tramvaydan indi.
Erdoğan’ın geçen hafta bir yıl önce Kahramanmaraş merkezli depremlerden en çol etkilenen kent olan Hatay’ın Antakya Spor Salonu’nda düzenlen İlçe Belediye Başkan Tanıtım Toplantısında, tanrılaşmanın yeni bir icadını şu cümlesiyle dünyaya ilan ediyor: “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı!”
Böyle bir konuşmayı, halkın demokratik oylarıyla göreve gelen bir yönetici asla yapmaz! Böyle bir konuşmayı, halk egemenliğinin ifadesi olan demokratik oyla gelip, iktidarda deforme ve dejenere olan ve iktidarının kaynağının ilahi bir güçten geldiğini sanmaya başlayan “baştan çıkmış” bir “monark” (padişah, sultan, han, şah, hükümdar, emir) yapabilir. Zaten Erdoğan’ı tanımlamak için kullanılan “tek adam”, “şahsım” ve “Başyüce” gibi tanımlayıcı sıfatlar “monark”ı işaret etmektedir. Bir başka açıdan, kutsallaşma özentisi de söz konusudur.
AKP genel başkanının bu kişilik sapıncı demokrasicilik oynamaktan da geri kalmamaktadır. “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı!” cümlesi demokrasiyi kullanan bir monarkın tehditlerini ifade etmektir. Oysa günümüzde, Fransızların “Barış İçinde Birlikte Yönetim” dedikleri “cohabitation pasifique” tarzı, demokratik yönetimin kaçınılmaz sonucu kabul edilmektedir. “A” partisinden cumhurbaşkanı, “B” partisinden başbakan. AKP genel başkanının Hatay’da yaptığı, başbakansız cumhurbaşkanı konuşması demokrasinin köküne kezzap suyu dökmenin sanığı ve tanığıdır
***
Hatay’da 70 binden fazla oy verilerek seçilen ve hakkında kesinleşmiş mahkûmiyet kararı bulunmayan Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi’nin ikinci defa verdiği ”Hak ihlali“ kararından sonra derhal serbest nırakılması ve Meclis’teki görevine başlaması gerekiyordu. Serbest bırakılmadığı gibi anayasa çığnenerek alınan bir kararla milletvekiliği düşürüldü. Biz vatandaşlara ve topluma; 22 yılın sonunda; “kanun benim” diyen bir “Firavun Hukuku” dayatılmasıyla… Yasama, yürütme; yargı, basın, caliler, müftüler, iş adamları; iktidar olmuş tek kişinin ağzına kayıtsız şartsız bakma kalıbına sokulmuş… Göstere göstere… Dayata dayata… Demokrasi sanlanıyor… Bir kişi; “dilediğimi hapse koyarım…. Istediğimi hapisten çıkartırım…” gücüne ulaşmış… Hatay’ın garipliğini Hataylıların yüzüne vuracak noktaya kadar gelmiş… Ülkemiz, tek kişinin iki dudağından çıkacak sözlerle yönetilen geri ülkelerden biri olmuş…
İktidarın Meclis vasıtasıyla Can Atalay’ın milletvekilliğini düşürmesi, artık anayasanın bağlayıcılık vasfının da çiğnendiğini gösteriyor. Hak ve özgünlükleri koruyacak bu son güvence de bir hayli aşınmış ve aşılmış bulunuyor.
Beştepe’de yapılan çalıştaylarda, tabii Mehmet Uçum’un rehberliğinde, “AYM’nin, yasaların anayasaya uygunluğu bakımından yasamayı, Cumhurbaşkanığı Kararnameleri üzerinden yürütmeyi ve nihayet bireysel başvuru kararları yoluyla da yargıyı denetlediği” ifade edilmiş, bunun “sürdürülemez” olduğu sonucuna varılmış.
Bu, “anayasal denetim” kavramlarından iktidarın duyduğu rahatsızlığın ifadesidir. “Kuvvetler ayrılığı ayak bağıdır” sözü de aynı anlamdadır zaten Jakobenler, Jean Jacques Rousseau’nun “Kralın iradesi sınırlanır, halkın iradesi sınırlanmaz”sözünden, “Milli irade”nin denetimsiz üstünlüğü sonucunu çıkarmışlardı; çok gerilerde kaldı…
Liberal demokraside “hukuk üstünlüğü” esastır, Milli irade de hukuka uymak zorundadır. Anayasalar bunu sağlamak için yapılır.
***
“Milli irade”nin Fransızcası şöyle; “La Volonté nationale.” 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden sonra kullanılmaya başlamış ve devrimin gerekçesi olarak gösterilmiş. Daha sonra, iktidarı zorla ele geçirip Cumhuriyeti yıkan Louis Napoléon kendisini “Tanrı’nın ve milletin iradesi ile Fransızların imparatoru” (Empereur des Français par la grâce de Dieu et volonté nationale) ilan etmiş. Görüldüğü gibi Fransızlar bu kavramı bizdeki anlamında kullanmıyorlar. Ayrıca 19. Yüzyılda dinci felsefecileri ve metafizikçileri “bireysel bilinci”i kapsayan “üst bilinç”i yani Tanrı’yı işaret etmek için kullanmışlar bu kavramı.
Siyasal bağlamda, Milli irade eğer, bizim politikacıların dediği gibi, TBMM’de tecelli ediyorsa tek parçalı, yekpare bir milli irade olamaz. Meclis’teki milli irade parçalı ve yüzdelerle ifade ediliyor. Daha açık söylemek gerekirse, milli iradeninin yüzde 34.27’sini AKP ve yüzde 0.19’unu ise TKP temsil etmektedir. Ama TKP’nin payı ne kadar küçük olursa olsun, herhangi parti onun temsil ettiği milli iradeye sahip çıkamaz. (…) AKP sadece birinci partidir ve varsayılan milli iradenin tümüne sahip değildir. Çoğunluk oldu diye milli irade AKP’nin tapulu malı değil. Bir milletvekili çalınan TİP’in de payı var.
“Milli irade” kavramını, “İhtilal” ve “zorbalık” rejimlerinin dayanağı olduğu için, demokratik ülkelerde seçim sonuçları bağlamında kullanmak çok yanlış. Ama bizim politikacılar ve kimi basın mensubu bu yanlışlığın farkında bile değiller. “Milli irade”, biribirini “denetleyen ve dengeleyen” yasama, yürütme ve yargı erklerinden oluşur. Bunun içindir ki, “kuvvetler ayrılığı yoksa anayasa da yok” olur.
Demokrasilerde siyasal anlamda “kutsal” bir milli iradeden söz edilemez. Her seçimin sonucu dünyevidir. Her seçimde yanılması olası seçmenin verdiği karara hukuki saygı göstermek gerekir ama bu kararın farazi bile olsa milli iradeyi temsil etmesi mümkün değildir.
***
Kurucu Meclis’in 1921’de ve 1924’te yaptığı anayasalar milli iradenin gerçek temsilcisidir. Anayasanın milli irade temsilciliği TBMM’de olduğu gibi parçalı değil yekparedir ve TBMM’nin temsil gücünün önünde yer alır. AKP ve MHP genel başkanlarından başlayarak bu partilerin milletvekilleri bu gerçeği kesinlikle bilmiyorlar. Milli irade alanında en büyük pay anayasaya ve onu temsil eden Anayasa Mahkemesi’ne aittir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamayanlar, her kim ise, “Anayasa’ya Sivil Darbe” yapmıştır. O halde – demokrasinin kapılarını açarak – Anayasa’yı ihal suçu işleynler Yüce Divan’da yargılanmalıdır !
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 9 Șubat 2024
YORUMLAR