Bir yarı baygın zaman, birbirine eklemlenen adımlar gibi ıskalıyor sokağı…
Kendine ya da boşluğa hükmeder gibi… Herkesle konuşur gibi ama sus pus…
Heceler kendini ne kadar ele verirse o kadar…
“Kovalarla su döküyorsun sobaya
Kar savuran rüzgâra açıyorsun bütün pencereleri
Testiler çeviriyorsun ağzına, içtiğin su değil…”[2]
Siz, biz, onlar… Daha iyisini düşleyenler ya da daha iyisini düşlediğini sananlar…
Alışagelmiş renkleri terk etmek meselesi biraz da…
Yaşamak, çalışmak, göçmek ya da kaçmak…
İnsan yokladıkça sonsuzluğu yakalayacakmış gibi…
Ama çağ donuk bakışlarla kırpıyor nefesimizi
Bir deniz, bir dalga ve dahası…
“Yaşamak demişsin
Bilmediğin bir mevsimde
Yaşlanmış kelebeklerin işi…”[3]
Yaşamın anlamıyla, şairin kaygısını bulup işaretlemeli. Adımlarını, kendine iliştirdiği mecrayı özellikle…
Çünkü her kaygı, unutulmuş bir patikayla koyulur yola. Unutulmuş bir heceyle…
İşçilik, her daim kurgunun önündedir. İncelikli işçilik özellikle…
Faruk Bal, kırılgan bir sezginin, kırılgan duraklarında soluklanıyor gibi… Kadim bir nefes, ıssız bir şehir, ısrarlı bir işçilikle beziyor hecelerini…
“Yiten gülümseyiş miydi?
Yaz mıydı çürüyen güzün göğsündeki…”[4]
Zaman her sözcüğün sonunda rengini bulmak isteyen heceler gibi değişiyor.
Sokaktaki yoklukla, cümledeki zaman kavramı yer değiştirir gibi…
Hemen her mısrada gece gündüz karmaşası yaşanıyor sanki
Vitrinler, rakamlar, değişen etiketler…
Bir şair hangi mısrasıyla yoklansa iyidir, hangi geçmiş…
Görmezden gelmek ya da anlaşılmaz bir çabanın içeriğine dalıp gitmek…
“Bir ayva tanesine bir güz sığarken
Sulara sesini nasıl verdin anne…”[5]
Zihnimize iletilen emojiler…
Tahminlerimiz, planlarımız ve belki mutluluğumuz…
Hayatın dışındaymış gibi ya da farkında olmak gibi bir telaş
Kendi iç sesimizi koruyamadık belki ve belki hiçbir zaman olmadık…
Benliğimizi oradan oraya vuran gerçeğin acısını nasıl tanımladıysak o…
Ve hemen her güne anlam yükleyen modern toplum, hemen her günün acısıyla beliriyor…
Kendimize sunamadığımız geleceğin kendisi gibi…
“Kentler hiç duymadı kelebek kanatlarının kırılışını
Bakmayın öyle dağlara atıp tuttuğuma
Hayat oralarda taze kentlerde değil…”[6]
Var olmak, belki olmamak…
Kendine dönemeyen
Kendine söylenmeyen
Sokakta gezerken, okurken, sinemada yalnız başına insanları izlerken
İnsan akıl yürütmek zorunda kaldığı gerçeği üstleniyor
Faruk Bal, biriktirdiği sağanağın mısralarına sığınıyor sanki…
Kendi sağanağına bir saçak arar gibi kullanıyor imgeleri…
Dergiciliğin en yalın mutfağında yüklendiği bu patikayı, her işçi gibi incelikli bir emekle bezemiş…
Karanlığa karışacak az sonra mumun eriyişi
Rüzgâr sesini alıp gidecek
Ben uykusuzluğumu…”[7]
Şairi şiiriyle aynı dönemde tanımış olmak; cümlenin kendini oluşturma, kendini inşa etme sancısını yaratıyor, olsun…
Yaşamın kalabalığından uzak durmak, hele hele yazın dünyasına sırnaşmamak, imza kuyruklarındaki seyrekliğin, kötücül karşılığı olarak tanımlanabilir…
Ancak iyi şiir, kalabalığın tekrarını yüklenmiyor işte…
Çünkü yığınlar, yaşamın her aşamasında, yapıtın niteliğinden çok görünür oluşuna yöneliyor… Tekrarlı şöhretine…
Faruk Bal, tam da bu noktada, kırılgan bir sezginin, kırılgan duraklarında soluklanıyor gibi…
İnatçı bir nefes, ıssız bir şehir, kuru bir kalabalığı tırmalar gibi…