Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

 “Kendini Bil”(mek) Kavramı Yolculuğunda

En azından 2600 yıldır biliniyor ama çaresi bulunamamış! Eski Yunan yazarlarından Aesopos (Ezop) (MÖ 620-560) ünlü masallarından birinde söyler: Her insan iki torba taşır. Birini önüne sarkıtmıştır, birini de arkasına. Öndeki torbaya ötekinin kusurlarını koymuştur ve hep gözünün önündedir; sırtındakine de kendi kusurlarını, hiç görmediği. Önyargılar, kalıp yargılar, çifte standarttan ve ötekileştirmeden söz ediyorum.

 

Kendimizi bilmenin ne kadar zor olduğunu sadece Ezop değil başka düşünürler de binlerce yıl önce söylemişler, Delphi‘de Apollon Tapınağı’nın girişinde altın harflerle “Nosce Te İpsum” yani “Kendini Bil” diye yazılıydı. Platon’un hocası Sokrat’ın öğretisinin özü… Aslında derinliği olan ve çok dikkât çekici bir cümle. “Kendini Bil” uyarısı… Sıradışı her insanın yakalaması gereken bir fırsat bu. Dikkat ederseniz sıradışı dedim, yani az da olsa muhakeme ve tefekkür eden bir kesimden bahsettim.

 

Mürit olmak çok basit ve kolay; çünkü kalabalık içinde ‘önemli’ olmak için ruhunu, vicdanını ve bedenini feda edip aklını ipotek altına alarak sana gösterilen perdeye bakarsın. Özgür olup düşünmek ve ‘kendin olarak kendin olmak’ çok zordur. Özgür olduğunda tek başına, yalnız, ruhun ve vicdanınla baş başa, duvarın ötesine bakarsın, kimsenin görmediğini görürsün.

 

Hayatınız, görüşlerinizin, alışkanlıklarınızın, tutumlarınızın, inançlarınızın, düşüncelerinizin, korkularınızın, endişelerinizin ve algılarınızın bir yansımasıdır. Ve farkında olsanız da olmasanız da, tüm bunlar zihniyetinizi, kim olduğunuzu ve hayatınızın gidişatını şekillendirmek için bir araya gelir.

 

Platon’un öğrencisi olarak tanınan ünlü filozof Aristoteles bir keresinde “Kendini bilmek tüm bilgeliğin başlangıcıdır” demişti. Taoizmin (dış dünyadaki nesnelerin gerçekte var olmadığını savunan felsefi görüşün) kurucusu kabul edilen Çin filozofu Lao Tzu da aynı fikirde. Ayrıca, “Başkalarını bilmek zekadır; kendini bilmek gerçek bilgeliktir. Başkalarına hakim olmak güçtür; kendinize hakim olmak gerçek güçtür. “ der.

 

Kendinizle olan ilişki, hayatınızdaki en önemli ilişkilerden biridir. Buradaki büyük fikir, hayatınızı iyiye doğru değiştirmek ve hayatı kendi şartlarınıza göre yaşamaktır, önce gerçekte kim olduğunuzu bilmeniz gerekir. Mutlu ve daha iyi bir hayat seninle başlar. Ama aynada kendinize bakmayı bilmiyorsanız – ya da reddediyorsanız – o zaman istediğiniz hayatı tasarlamaya başlamak için bile gerekli olan temel çalışmayı yapmamışsınız demektir.

 

KENDİNİ TANIMAK

 

Kendini tanıma, istediğiniz hayatı sürdürmenin ilk ve ana bileşenidir. Kendinizi bilmek, gerçekten istediğiniz hayatı yaşamanıza izin verir – kim olduğunuzu, ne istediğinizi ve içinizde en iyi olanı ortaya çıkaranın ne olduğunu bilirsiniz. Kim olduğunuzu tam olarak anlamıyorsanız, gerçek benliğinize karşı kararlar almaya devam edeceksiniz.

 

Pek çok insan bilgeliğe ulaşmak için herkesi anlamakla meşguldür, ancak kimse kendi zihnini anlamaktan rahatsız olmaz. Bir keresinde Sokrates‘ten tüm felsefi emirlerin neye indirgenebileceğini özetlemesi istendi, şöyle cevap verdi: “Kendini tanı.”

 

Kendini tanı” ifadesi asırlıktır, ancak bugün hala geçerli. Amarikalı psikolog Daniel Goleman‘ın akademik araştırması, öz farkındalığın tüm başarı düzeyleri için çok önemli olduğunu gösteriyor. Kişisel bilgi, gerçek ihtiyaçlarınızı, arzularınızı, hedeflerinizi, zayıf yönlerinizi ve sizi harekete geçiren diğer her şeyi anlamakla ilgilidir. Geçmiş ve şimdiki benliğiniz hakkında derin bir anlayış gerektirir.

 

Kim olduğunuzla ilgili kişisel teorileriniz (öz anlatılar), nasıl davrandığınızı etkiler. Kim olduğunuzu doğru bir şekilde anlamak, kişisel gelişiminizi mümkün kılar. Lao Tzu da, “Başkalarını tanıyan bilgedir; kendini tanıyan aydınlanmıştır. ” der. Ayrıca kendinizi bilmek size kendiniz üzerinde bir güç hissi verecektir.

 

Doğaldır ki kendini bilmek, kendini tanımak kolay olmayıp çok zahmetli bir sınavdır; yüksek bir düşünme gücü ve bilinç gerektirir. Sokrates‘in, ‘bir şey biliyorsam hiç bir şey bilmediğimdir’ sözünü herkes bilir. Konfüçyus, ‘gerçek bilgi insanın cehaletini öğrenmesidir’ derken, Şekspir, ‘ancak ahmaklar herşeyi bildiğini düşünür’ der. Darwin, ‘cehalet, öğrenme isteğinden çok abartılı bir özgüvene yol açar’ diye yazmış. Kadim Mısır’da, Eski Şaman eğitimlerinde, Kızıldereli kültüründe, Uzak doğuda, Sufi dergahlarında, üniversite kapılarında, yüzyıllardır ‘kendini bil’ tabelasını bunun için astılar. Ve Anadolu’nun bilge ozanı Yunus Emre de “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin bu nice okumaktır?” dizeleriyle insanın kendine arif olması hususunu ince ve renkli bir biçimde dile getirerek, bizlere çok anlamlı mesajlar ulaştırmıştır.

 

Öyleyse özünde diyebiliriz ki; kendini bilmek kavramı, kendini tanımak, kendi kendini bulmak, kendini öğrenebilmek ve kendine dönmektir. İçimizdeki iyiyi kötüyü ayırt edebilmek, kendi kişiliğimizi oluşturabilme, geliştirebilme ve olgunlaştırabilme etkinliğidir. Bunun yolu da, akıl ve vicdan yoluyla kendimizi sınamaktan geçer. Ön yargılarımızı, tutkularımızı, benciliklerimizi sınırlayabilir, kusur ve eksiklerimizi belirleyip düzetebilirsek kâmil insan olmaya biraz yaklaşabiliriz.

 

MAHALLE KİMLİĞİ’NDE KAMPLAȘMAK

 

İnsan olmanın ne demek olduğu çoğunlukla insanların üstlendikleri toplumsal rollerle ifade edilir. İnsan kimliği roller ve simgelerle özdeşleşir. Bu da insanı dincilik∕milliyetçilik tuzağına düşürür. Kimliğimizi dincilik∕milliyetçilik üzerinden ifade ettiğimizde, bu bizi ister istemez kamplaşmaya, şiddete, en zayıf olanların istismarına ve ezilmesine götürür. Böylece dinci∕milliyetçi kimlik bizi teslim alır ve kurban durumuna düşürür.

 

Kuşkusuz toplumsal bir varlık olarak bedensel ve ruhsal gelişimimiz için diğer insanlara ihtiyaç duyarız. Ancak kendi yetersizlik duygumuz bizi iktidarla özdeşleşmeye götürür ve empati yapma yeteneğimizin kaybolmasına yol açar. Amacımız iktidara ortak olmak, itaat ettirmek, hırslarımızı doyurmak olunca temel ihtiyacımız olan şefkat, sevgi ve merhamet bizden uzaklaşır. İçimizden koparılan bu duygular güç ve maddi edinim savaşlarında yıkıcı bir öfkeye ve parçalanmaya yol açmakta.

 

Kişi kurum ve organizasyonlar içinde otorite sembolleriyle özdeşleşirken, bir yandan kutsallaştırılmakta olan otoriteye boyun eğmeye hazırken, diğer yandan sınırlanamaz bir öfkeyle “mahalle” kimliğini bulur. Günümüz Türkiye’sinde, reel politik düzlemde bu “mahalle” kavramı bütün halkın adeta karpuz gibi ortadan ikiye yarılıp hayli yüksek bir gerilim hattında keskin şekilde kutuplaşmış olmasını anlatır. Bu çerçevede Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” olarak adlandırdığı şey de iki zıt kutbun birbiri üzerinde yarattığı baskı ve tazyiki ifade eder.

 

Aslında Türkiye halkı muhafazakâr dindar kesiminden seküler laik kesimine kadar “toplum” olmaktan çok, “cemaat” vasfı taşıdığından, her iki kesimin mahallesinde de “siyasi ve ideolojik kabullerden sapma”ya karşı hoşgörü ve tolerans minimal düzeydedir. Dolayısıyla mahalle hangi mahalle olursa olsun ya da mahalle sakinleri ister laik ve seküler olsun, ister muhafazakâr dindar olsun, faşizanlık davranışlar her iki cenahta da bakidir. Dahası, siyasi alanda egemen olan mahalle, egemenlik kendinde bulunduğu sürece öteki mahalle ve mahalleliye nefes aldırmamayı kendine adeta ulvi bir vazife bilir. Bu sebeple, tüm kültürel ve kimliksel farklılıklarına rağmen 86 milyon insanın hayat memnuniyeti içerisinde aynı eşit vatandaşlığı paylaştıkları bir birliktelik ve bütünlüğü (Türkiyelilik) tecrübe etmesi şimdilik pek mümkün değildir. Dolayısıyla bugünkü Türkiye halkı birbirine yabancı iki ayrı mahallede yaşayan ve birbirini hiç anlamayan, anlamaya da yanaşmayan iki büyük cemaat olarak kutuplaşmaktan – son günlerde yaşananları da düşündüğümüzde – vazgeçmeyecek gibi görünmektedir.

 

KÂMİL İNSAN OLMANIN ZEMİNİNİ KAYBETMEK

 

2011 yılında soru çalmayı meşru gören kişinin sözleri bu bağlamda ilginçtir: ‘Bugüne kadar hep sol kesim atandı. İnançsız insanlar kurumlara yerleşti. Bizim de oralarda olmaya hakkımız yok mu? ( https://t24.com.tr/haber/kpss-de-orgutlu-hirsizlik-3-bin-229-gorunen-sampiyon-sayisi-sinav-yenilenince-76-ya-dustu-suc-vardi-itiraf-vardi-suclu-vardi-ceza-yoktu,968166) Bu ifade de mevcut düzeni olumsuzlama ve hatta reddetme tavrı hakimdir. Ayrıca ideolojik ve politik derinlikten yoksun bu bakış açısı, siyasal iktidarın yıllardır yapmaya yaratmaya çalıştığı iki büyük kutbun (mahalenin) yasal olanını meşru görmemesi, yasal olmayanı ise meşru görmesidir. Yani bu yasal düzenlemeler içinde “her şey mubahtır”. Kimi milliyetçi muhafazakâr kesimler, “öncekiler de çalıyordu; bunlar da çalıyor ama çalışıyorlar da!” diyerek yolsuzluk ve yozlaşmayı normalleştiriyorlar. Toplumsal kutuplaştırmanın sonucunda, hınç ve kin siyaseti ile “kendinde her hakkı görme” anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Kamu görevlerine girişte sıkça bahsedilen mülakatlarda da açıktan, göz göre göre, kulaklar duya duya kayırmacılık yapıldığı biliniyor.

 

Muhafazakâr İslami kesim devletle barışmanın ve hatta bizatihi devlet olmanın sağladığı avantajla bugün hiyerarşinin en tepesindeki cemaat olarak gücünü de kullanarak hüküm sürüyor. Ancak, gücün tekelleşmesi toplumda birçok sapmayı doğuruyor; “Reisimiz ne yapar ne eder şapkadan tavşan çıkarır, iktidarda kalır” inancıyla hareket ederek, ‘Yeter ki devlet bizim olsun ona koşulsuz destek veririz’ modunda sorumluluğu üst sistemlere devrediyor ve kendine yabancılaşıyor. Yabancılaşmış insan da kendini anlamlandıran özünden, vicdan ve merhametten koparak kâmil insan olmanın zeminini kaybediyor ve güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç haline geliyor. Artık acı çekeni gör(e)müyor, acı çeken diğer insanlarla empati kurmanın, demokrat davranmanın imkânı kalmıyor. İdeolojik nefret insanı insanlıktan çıkarıp bir kin ve intikam makinesine çevirebiliyor.

 

Bunu CHP’ye yapılan operasyonlarda, hasta tutuklular aleyhine bazı medya organlarının yaptığı yayınlarda gördük. Beylikdüzü Belediye başkanı Murat Çalık kanser geçirmiş bir tutuklu. Hastalığının nüksetme ihtimali var, yirmi kilo birden düşmüş. Annesinin hastane önünde boynu bükük duruşunu, “Oğlum elimden kayıp gidiyor,” diye feryat ettiğini gördünüz. Bu resimle bile dalga geçen yayınlar yapıldı, anne yüreği üzerinde acımasızca tepinildi. “Murat Çalık turp gibi “diye başlıklar atıldı. Bu nasıl bir kin, nasıl bir nefret, nasıl bir insanlık?

 

Aynı durum Ayşe Barım için de geçerli. Yargının dizi sektöründeki “tekelleşme” suçlamasıyla gözaltına alındığı, oradan suç tutturamayınca da 12 yıl önceki Gezi Parkı defterini yeniden açarak tutuklandığı, 220 gündür cezaevinde ölüm kalım savaşı veren, yaşama tutunmaya çalışan Ayşe Barım cezaevinden devlete “yaşamak istiyorum” çağrısında bulundu.

 

“Yaşamak istiyorum” talebi sadece bir kadının, bir insanın kendi yaşamına tutunma isteği değil, aynı zamanda devletin başının yani bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vicdanına, merhametine yönelen bir çığlıktır. Ve bu çığlık aynı zamanda “bizim devlet anlayışımızın öznesi insandır, insanlık onurudur, bizim devlet yönetimindeki pusulamız insanı yaşat ki devlet yaşasın ilkesidir. Mülkün iki temeli adalet ve merhamettir, bizim medeniyetimiz merhamet medeniyetidir” diyen, dindar biri olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın – 2600 yıl önce Ezop’un sözünü ettiği sırtındaki heybesinde taşıdğı – merhamet, adalet ve vicdan sınavıdır.

 

İnsanlığımızı öldüren hiçbir siyaset meşru değildir. Bu acımasızlık, bu ceberrutluk bitmeli.  İnsanın en temel hakkı olan yaşam hakkı, siyasi öç veya intikam alma hırsına kurban edilmemeli.

 

Yaşam hakkı, umudu, geleceği, onuru yerle bir edilen insanlar çırılçıplak bir hayatın içinde bırakılmışlarsa eritin kalbinizdeki buzulları gözyaşlarınızla!

 

 

Not: Dün 4 Eylül, Antakya Toplumcu Halk Gazetesi‘nin kuruluşunun 59. Yılı idi. 20 yıl önce tanışma şansına sahip olduğum Kurucusu Nezih Gassan Seyfettinoğlu ve son yıllarda Antakya’ma tatile gelişimimde buluştuğum, bayrağı çok güzel şekilde devralan ve insanlık dolu ilkeli tavrıyla gazeteyi daha da yukarıya taşıyan Sinan Seyfettinoğlu’nu büyük bir özlemle anıyorum. Ruhları şad olsun. Demokrasiyi güçlendirerek, birey ve insan haklarını savunarak, açık ve saydam toplumu aydınlatarak, Gazetemizin bayrağını yükseklerde elinde tutan Sinan’ın ablası Selvi Günay Hanımeffediye başarılarının devamını diliyorum.

 

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.

Bordeaux, Cuma 5 Eylül 2025

 

 

 

 

 

YORUMLAR

Bir adet yorum var

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER