Kesit

Hatırlamakta güçlük çektiğimiz o kırılma anı gibi hayat, akıp gidiyordu işte… Ve belki içimiz, tanımlanmayan bir döküntüyle acıyordu… Herkesin bildiğini yazmak, herkesin okuduğuyla konuşmak, Ama o her kırıntının sana ait olmadığını hatırlatan iç ses… Bilmek, insan bilincinin hissedeceği en ileri noktaysa eğer, yaşam bize pek de seçenek sunmuyor. Gerçekliğin ne olduğu ve bilgideki berraklık söz […]

Hatırlamakta güçlük çektiğimiz o kırılma anı gibi hayat, akıp gidiyordu işte…

Ve belki içimiz, tanımlanmayan bir döküntüyle acıyordu…

Herkesin bildiğini yazmak, herkesin okuduğuyla konuşmak,

Ama o her kırıntının sana ait olmadığını hatırlatan iç ses…

Bilmek, insan bilincinin hissedeceği en ileri noktaysa eğer, yaşam bize pek de seçenek sunmuyor.

Gerçekliğin ne olduğu ve bilgideki berraklık söz konusuysa özellikle…

Öğrenme ve gözlem yoluyla elde edilen her türlü gerçek diye araya girmenin faydası da yok aslında…

Adımladığımız çağın tınısına yabancılaşmak… Bir duygunun taşıyıcısı olamamak…

Hissetmek meselesi değil aslında… Görünenle süren bir didişme anı daha çok…

“Kollarımı günlere, saatlere, anlara uzatıyorum tutmak, yakalayabilmek için bir tek kırıntıyı bile…” diye araya giriyor Ahmet Erhan

Her kaygı bir kaybediştir sonuçta…

Yaşamın berraklığına ulaşamamak gibi… 

Bir kaçış…

Hatırlamakta güçlük çektiğimiz bir kırılma anı…

Sonrası susmak, bilginin ne olduğunu, kendi iç sesine anlatmak…

Kendi kendine sorduğun sorularla…

Kendi kendine adımladığın sokaklarla…

Ritmik bir kalabalığa rağmen, kendi kendine…

En çok da avuç içlerine dökülüyor insan,

Henüz kabarmamış nasırlara, uzamamış damarlara…

Pütürlü tırnaklarına dökülüyor…

Benimsedikleriyle bir bütüne verilen anlam neyse o…

“İnsan, hayatın özünün ne olduğunun, kendi varlığının ve hayattaki amacının ne olduğunun bilincine her seferinde yeniden varır…”[i] diye yazmış Tarkovski

Adımlarının ritmine alışanlar için hayat ne garip değil mi?

Bir sabah uyanıp kendi soluğuna ilişenleri diyorum…

Zihnini berrak bir cümleyle ödüllendirenleri hep kıskanmışımdır…

Kendine yeni heceler yükleyenleri

Bilinç her şeyden önce bir dönüşümdür çünkü…

Sahneye konmaya hazırlanmış bir gösteri,

Kalbin ritmine hükmetme becerisi belki…

Hayat akıp gidiyordu yine…

Bir başka bilginin avuçlarından üflenen cümle…

Ve belki içimiz hiçbir zaman tamamlanmayan bir döküntüyle acıyor…

Herkesin bildiğini yazmak, herkesin okuduğuyla konuşmak, bir şeyin bir anda senin olmadığını hatırlatan o iç ses…

Bu kaygılarla yaşamaya ne zaman karar verdik sahi?

“İnsana en çok acı veren şey, söyledikleriyle söylemek istedikleri arasındaki uçurumdur…” [ii] diye sesleniyor Dostoyevski

Birbirine bu kadar zamandır yaklaşan kesişmenin bir anda yok oluşu

Ya da en ince sesi duyma isteği…

Asıl mesele gerçeğe odaklanan kesit…

Bir çıkış noktası ya da kendiyle sözleşmiş kadim bir dil…

Yüzlerce avuç, sonsuzlukta sallanan sıra dışı ahenk…

Nereden geldiği fısıltılarla işlenen büyülü bir ezgi…

Ve kendini kaybetmişçesine zihnimizi yoklayan kontrolsüz ritimler …

Bir yandan yaşanmışları yoklayan adım, diğer yandan soluksuz işlenen hece…

Bilinç her şeyden önce bir dönüşümdür çünkü…

Sahneye konmaya hazırlanmış bir gösteri,

Kalbin ritmine hükmetme becerisi belki…


[i] Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski, Agora Kitaplığı, Çev: Mazlum Beyhan

[ii] Yeraltından Notlar, Fyodor Dostoyevski, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev: Nihal Yalaza Taluy

Exit mobile version