Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

“KÖR” ZAMANLAR

Öyle zamanlar vardır ki söz de, yazı da beş para etmez. Bu zamanlar “kör” zamanlardır. Akıl, vicdan, sağduyu, merhamet tedavülden kalkmıştır. Gözler kör, kulaklar sağır, vicdanlar suskundur… Sözün de, yazının hükmü yoktur.

 

Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar José Saramago, “Körlük” (L’Aveuglement, 1995) kitabında bu durumumuzun metaformunu şöyle tarif eder: “İnsanlar gözlerini kaybettiklerinde değil, vicdanlarını kaybettiklerinde körleşir. Körlüğün en tehlikeli biçimi, görmek istememektir. Bu körlük, toplumları felakete sürükler; çünkü görmeyen gözden çok, duymayan vicdan felakettir.”

 

Propagandanın geniş kitleleri esir aldığı, “Suskunluk sarmalı”, düşünceyi açıklamak riskli hale geldiği yitik zamanlardır bu zamanlar… Tıpkı Fikret’in “Sis” şiirinde olduğu gibi “Sarmış afakı yine bir “dud-u muannid. Bir zulmet-i beyza ki peyapey mütezayid” (Ufukları yine inatçı bir duman sarmış. Bir beyaz zulmet ki gitgide artıyor).

 

José Saramago’nun metaformu ve Tevfik Fikret’in şiirindeki bu tespit, ne yazık ki ülkemizin bugünkü haline benziyor. Göz gözü görmüyor. Siyasi ve toplumsal kutuplaşma ortamında belagat şehvete, öfke nefrete dönüşmüştür; hiç bir akıl ve zeka gerektirmeyen kaba siyaset yapma modeli; oysa yaşanan sıradan bir hayat değil, medeniyet kaybıdır. Yaralı bir kuş gibi, fakirliğe, yoksuslağa, hapislere atılıp çırpınıyor insanlar. Her haklı itiraz, her gerçekleri yansıtan beyan, her “ama”, “vatan haini”, “iftira”, “hakaret”; rüşvet, yolsuzluk, usulsuzluk üzerinden “suç örgütü” kurma damgası için sebeptir. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” cümlesi hem öksüz, hem de yetimdir artık… “Kör” zamanlardır bu zamanlar…

 

YOK EDİLEN “YÜCE ADALET”

 

Siyasi tarihimizin belki de hiç bir evresinde olmadığı kadar tuhaf bir dönemden geçiyoruz. İri cüssesiyle dikkat çekiyor ülkemizde siyaset. Her sabah gözümüzü açtığımızda yeni bildirimler, yorumlar, ateşli tartışmalar, öfkeler, heyecanlar ve alabildiğince komplolarla dolu yeni bir dünyaya uyanıyoruz. Her gün bu yeni içerikleri büyük bir iştahla tüketmeye çalışırken, aslında bu içeriklerin bizi bölüdüğünü, parçaladığını, kaplaştırdığını, yorduğunu, bıktırdığını, usandırdığını, tükettiğini fark edemiyoruz.

 

Böyle bir zeminde sağduyu, makul siyasi muhakeme mümkün olamıyor. Çünkü zihinler yorulmuş ve toplumunun sinir sistemi tükenmiş halde oluyor. Alın işte 19 Mart günü başlatılan ve ardı arkası bir türlü kesilmeyen Ekrem İmamoğlu’nun ‘bir numaralı sanık’ olduğu İBB iddianamesinde, ilk defa bir muhalif siyasetçi, ‘iktidara aday olduğu’ için hedef haline gelmiştir. Kendisine iki bin beş yüz yıl hapis istenmesinin sebebi ‘cumhurbaşkanı adayı olmaya hazırlanması’dır.

 

  1. yüzyıldan bu yana en basit hak olan ‘seçimde aday olma hakkı’(seçilme hakkı) ilk kez ülkemizde dava konusu olmaktadır. İşin tuhaf ve kabul edilmesi zor tarafı şu: “Kanunsuz suç olmaz, kanunsuz ceza olmaz.” ilkesi bizim hukukumuz tarafından da kabul edilmiş bir evrensel ilke iken, suçsuz vatandaşlara zindanlara atılıp eziyet ediliyor. Ekrem İmamoğlu’nun ve onunla çalışan ekibin uzun süredir hedef alınması, rekabetin adalet’ten uzak, beklenmeyen olağan sertliğini aşan bir tablo oluşturuyor. İnsanlar, yaratılan kurumların baskı ve otoritesiyle kodlanarak bir kafesin içine alınıyor. İtiraz eden başkası kabul ediliyor. Bürokrasi ve mahkeme koridorlarında aşağılanan kişi artık hak sahibi değil, adil yargılanma hakkı inkar edilmiş bir suçluya dönüştürülüyor.

 

Rus yazar Dostoyevski’nin, tüm zamanların en başarıl “Karamazov Kardeşler(Les Frères Karamazov) romanında insanların dünyadaki adaletsizlikle nasıl başa çıkacağına dair soruları gündeme getirirken; “Hayır, mucize beklemiyordu ama ‘yüce adaleti’ görmek istiyordu ; kanımca bu adalet bozulmus, kalbini parçalayacak kadar hurgunca, beklemedik bir şekilde yok edilmişti.”

 

“İnsan, hayatın adil olmasını ister. Her şeyin bir ölçüsü, bir karşılığı, bir anlamı olmasını bekler. Ancak bazen dünya, bu temel dengeyi hiçe sayar. Emeğin karşılığı gelmez, iyilik karşılık bulmaz, haklı olan haksız çıkar. Böyle anlarda insanın içindeki adalet duygusu sarsılır. Bu sarsıntı, basit bir hayal kırıklığının çok ötesinde; inancın, güvenin, hatta insanın içsel düzeninin topyekûn yıkılmasıdır. Çünkü adalet, insanın dünyaya tutunduğu en temel dayanaklardan biridir. O bozulduğunda, geriye karmaşa ve kırgınlık kalır. Bu durum, basit bir hayal kırıklığından da daha fazlasıdır. İnsanlar, güvendikleri düzenin bozulduğunu gördüklerinde, en az yaşadıkları haksızlık kadar büyük bir yıkım hissederler.”

 

Binlerce kilometre uzaktan, ülkemin hapishaneler coğrafyasından gelen, ‘yüce adaletiin yok sayıldığı haberleri okur okur, kahrolursunuz. Elinizde acıyı, haksızlığı, yanlışı düzeltecek, hak hukuk ve adaleti sağlayacak bir sihirli değnek yoktur. Kahrolmakla kalmaz, Tevfik Fikret’in söz ettiği var olan “sisi dağıtma”ya çalışırsınız ama imkânsızdır. İçinizdeki yara büyür, özgürlüğünüzden utanırsınız.

 

“SİSİ DAĞITMAK”

 

Siyasetin devasa gürültüsüne esir olanlar bunu pek fark etmese de, milyonlarca insan yaşanan bu siyasi gelişmeleri, kavgaları kendi hayatının dışında görmeye başlıyor. Hiçbir şeyin değişmeyeceği, düzelmeyeceği, dolayısıyla etki edemeyeceği şeylerle zaman kaybetmek istemiyor ve güncel siyasetten kaçıyor, olup bitene kayıtsız kalıyor, tepki vermiyor. Bu davranış farklı şekillerde söz konusu oluyor elbette: Kimileri mutlak bir şekilde siyasal olanla bağını kesip, televizyondan, gazeteden, sosyal medya iletilerinden, tartışma programlarından uzak duruyor, bunları hayatından çıkartıyor. Kimileri ise siyaseti ve gelişmeleri takip ediyor olmakla birlikte, tüm bunların hayatının merkezinde olmasına, bunların hayatını belirlemesine izin vermiyor ve bu gelişmelere herhangi bir tepki vermiyor, sadece izlemekle yetiniyor. Bunun en büyük nedeni ise öyle anlaşılıyor ki, “Ne yapsak olmuyor” hissi hâkim insanlarımızda.

 

İBB davası ve CHP’ye yönelik yargısal kuşatmalar, muhalefetin moralini bozmamalıdır. Ülkemiz olağanüstü bir dönemden geçmektedir. Ancak bilinir ki bu günler geçicidir. Daha barışçı, insancıl, güvenli ve huzurlu bir ülkenin oluşturulması hususunda hepimize büyük roller düşüyor. Sisi dağıtmak, insanları günlük yaşamın, politik mücadelenin evrensel etik değerlerini; insan haklarının sınıfsal karakterini anımsamaya, onlara sahip çıkmaya çağırmak zorundayız. Peki, bunu nasıl yapacağız? Yapılacak ilk işimiz, temel insani ve evrensel etik değerlerin (sağlık, güvenlik, barınma, aş, iş, adalet, doğruluk, dürüstlük, insanlık onuru gibi) dejenere edilmesine militanca ve entelektüel düzeyde karşı çıkmak ve bu değerleri merkeze alınarak yapılacak siyaset, ortak bir toplumsal payda oluşturacaktır.

 

Yaşam savaşında, siyasi mücadelede evrensel etik kuralları ciddiye almakta zorlanıyor muyuz? Öyleyse oradan başlayalım. Nerede yıkıldıksa orada ayağa kalkalım. Yapılacak iş bellidir, bakmaktan çok görmeye yoğunlaşacak, şairleri, örneğin Hasan Hüseyin’i okuyacak, görülmeye çağıranı görecek, “Kör olma da gör beni” diyeni duyacağız.

 

 

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.

 

Bordeaux, Cuma 21 Kasım 2025

 

 

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER