KORKU, SUSKUNLUK VE AHLÂKİ ÇÜRÜME ÇAĞI

Albert Camus’nün 1946 yılında Paris’te Combat gazetesi için kaleme aldığı “Ne Kurban, Ne de Cellat” adlı denemesinde, daha doğrusu bu denemenin “Korku Çağı” başlığını taşıyan bölümünde şöyle der: “Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırdı bizi. Gözlerimizin […]

Albert Camus’nün 1946 yılında Paris’te Combat gazetesi için kaleme aldığı “Ne Kurban, Ne de Cellat” adlı denemesinde, daha doğrusu bu denemenin “Korku Çağı” başlığını taşıyan bölümünde şöyle der:

“Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanları küçülttüler öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiçbir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü kendilerine güveniyorlardı. Çünkü, soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz.”

Son zamanlarda bizde de şiddetli bir şekilde kırılan şey – AKP iktidarının ve destekçilerinin toplumu getirdiği en olumsuz ve yıkıcı sonuçları olan sadece Meclis’i, yargıyı, ekonomiyi, bürokrasiyi değil – ahlak, vicdan ve adalet duygusu olsa gerek. Buna neden olanlar ise Camus’un da belirttiği gibi yaptıklarının kötülüğüne asla inanmıyorlar.

Eskiden, “Ahlâklı olmak için dine ihtiyaç yok” diyen seküler çevrelere karşı dinsiz bir ahlâkın olamayacağını savunulurdu. Gariptir ki şimdi de, “Dindar olmak için ahlâka ihtiyaç yok” anlamına gelen bir “müslümanlık” anlayışına; iyi müslüman olmayı kılık kıyafete, modern hayata, formel ibadetlere indirgeyen zihniyete karşı ahlâksız dindarlık olamayacağını savunmak durumunda kaldık.

Feodalizm, aşiret, ağa, töre, din, tarikat, cemaat, cehalet, biat, para, siyaset yani Ali Yüce’nin “Yumuyor gözlerimi gizli bir el/ Yüzünü göremiyorum anne/ Sar beni sakla beni/ Sıcak sevgiler içine” dediği Sakla Beni Anne şirini bilmeyenlerin bilim ve laiklik düşmanı, çağ dışı, çürümüş, bedevi kültürü, Kırmızı Pazartesi yaşattı ülkemize

Türkiye, gülerdir Diyarbakır’da 19 gün boyunca aranan ve çuvala tıkılmış cansız bedeni bulunan 8 yaşındaki masum bir kız çocuğun cinayetini ve ardındaki çürümeyi konuşuyor. Toplumun çok büyük çoğunluğunun yakından takip ettiği olay, bir bakıma toplumsal çöküşün simgesi haline geliyor. Kur’an Kursu’ndan dönüyormuş Narin çocuk. Omuzunda Elif-Ba kitabı varmış. Buraya kadar Müslümanlığımızla ilgili. Sonra eve gelmiş, muhtemelen “görmemesi gereken bir şeyi görmüş” ve görmemesi gereken şeyi başkaları duymasın diye öldürülmüş. Ondan sonra birileri seferber olmuş, bu cesedi ne yapsak da kimse görmeden ortadan kaldırsak diye… Seferber olmuş herkes Narin’in öldürüldüğünü duymasın, diye. Bütün köy seferber olmuş. Anneler bile, babalar bile, kardeşler bile… Neden, niçin ? Çünkü herkes korkutulmuş, sindirilmiş… Sorguya alınan çok büyük bir bölümü de aynı, standart cümlelerle yanıt veriyor: “Görmemişim, bilmiyorum, duymadım!…” “Omerta.” Suskunluk, sessiz kalma yasası. Adına ‘husumet’ denilen kavram ortalığı sarmış… Amca amcalığını unutmuş, baba balalığını, anne anneliğini… ”Allah verdi Allah aldı“ demeye sığındılar… Ne vicdan, ne sorsan ezbere sayacakları “Allan korkusu, utanç, kul hakkı!”

Peki, neye güveniyor ? Büyük olasılıkla sahip oldukları servete ve siyasi bağlantılarına. Cumhuriyet Gazetesine Cinayet dedektifi ve emekli cinayet büro amiri Savaş Kurtbaba; “Bu amcanın arkasında ciddi bir siyasi güç var. Bu adam çok zeki, onun da üstünde bir üst akıl var. Hâlâ cezaevinden yönetiyor. Topu Nevzat’a çevirdi” diye konuştu.
AKP Diyarbakır milletvekili – Șeyh Sait torunu- Galip Ensarioğlu da, Narin’in öldürülmesi dolayısıyla Güran’lardan sözederken, ailenin kendisinin kırk yıllık dostu olduğunu, onları üzmek istemediğini, siyasetçi olarak söylememeleri gereken şeyler bulunduğunu vs. dile getirmişti. Ensarioğlu’nun ifadesi açıkça, “cinayet işlediklerini bilsek de söylemeyebiliriz”i imâ ediyordu ve çok tepki topladı…

Narin’in Elif-basını cesedini koydukları battaniyenin içine koymuşlar, sonra bir çuvala aktarmışlar sonra da derenin kenarında açtıkları çukura gömüp, üzerine ağır bir taş koymuşlar. Dindar bir köy imiş burası… Peki ama Narin’in başına bunlar getirilirken İslam nerede? Narin’in cesedini “Amca”dan alıp çuvala koyduğunu, sonra götürüp dere kenarına gömdüğünü itiraf eden adam, sonra eve gitmiş, yemeğini yiyip, namazını kılmış, ardından köyde devam eden arama çalışmalarına katılmış… Bir çocuk ne, onu öldürmek ne, onu dereye gömmek ne, sen insan mısın be adam? O namaz ne? Senin İslâm’ın sana ne veriyor insanlık adına? Seni insan yapmak değil miydi Müslümanlığının amacı? Ne oldu İslâm’a bu aralarda?

Ne diyeyim bilmem ki… Bir Müslümanlığımıza bir de insanlığımıza bakmak gerekiyor değil m? Sorumluların da daha doğru saptanmasında gerçeğin açıklanması doğru olmaz mı? Gerçek şudur ki sorumlu olan toplum, toplumu oluşturan kesimlerdir. “Hepimiz sorumluyuz, suçluyuz” özdeyişi tam da burada geçerli olmaz mı?

Aile sistemin en küçük ve en korkunç, devlet de en büyük ve en korkunç birimidir. Bu iki birimin maddi ve manevi değerlerini belirleyen her türlü dini inanç da her çağda ve her coğrafyada öldüresiye zehirlidir. Bu gerçeği mesela, çoğumuz gayet iyi biliyoruz ve susuyoruz. Susmakla da kalmayıp aileyi kutsallaştırmaya ve aynısını tekrar ve tekrar kurmaya devam ediyoruz. Devletin, sistemin hükmüne iyisiyle kötüsüyle mütemadiyen razı geliyoruz. Dini inançların bu çağda artık sadece mitolojik ve sosyolojik değerleri olduğu ve siyasetçiler tarafından suistimal edilerek nasıl kullanıldığı aslında bizim için de aşikâr ama bunu bırakın konuşmayı, düşünmeyi bile şiddetle reddediyoruz. Bize ahlak diye dayatılan ne varsa tıpkı o köy halkı gibi sorgulamadan, yargılamadan olduğu gibi hepsine boyun eğiyoruz. Takım tutar gibi tuttuğumuz siyasi partileriniz, peygamber gibi taptığımız siyasetçilerimiz var. Onların niyetlerinin baştan sona farkındayız ama deşifre etmiyoruz. “Böyle gelmiş böyle gider” diye kodladığımız korkunç bir düzeni, “Tek başıma bir ben mi düzelteceğim” diyerek besleyip korurken, cinayeti görüp susan tanıktan zerre kadar farkımız kalmıyor. Aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağıya kuşatılmışız, gözümüzün önünde ülke soyuluyor, hukuk çiğneniyor, Cumhuriyetin 2024 yılında, Orta Çağ ürünü feodaliteyi hâlâ tasfiye edemediği bir toplum mühendisliği yapılıyor, yılan bize doğrudan dokunmadıkça ses etmiyoruz.

Bu ülkede “Tehlikenin farkında mısınız?” diye çırpınanların bize ne anlatmaya çalıştığına dönüp bakmaya kıymet vermediğimiz o günlerden beri süre giden sessizliğimiz ülkemizin çürümesiyle kıyametimiz oluyor ve biz hala susuyoruz.

Biz sustukça… Sadece çocuklar değil herkes ve değerli olan her şey hep tehlikede bu ülkede.

Bu tehlikeyi, bu kör karanlığı aşmanın yolu, çağdaş ve evrensel bir eğitim anlayışından ve yaşam ilişkilerinden geçmektedir. Gericilik, feodal yapı ve ilişkiler, çağ dışılık, yobazlık tümüyle geride bırakılmalıdır. Aydınlanma değerlerini yeniden egemen kılmak için radikal bir zihin devrimi lazım. Bu da Atatürk’ün başlattığı yeni Cumhuriyet insanını yaratma çabası ile olacaktır.

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

Bordeaux, Cumartesi 14 Eylül 2024

Exit mobile version