İngiliz siyaset felsefecisi Thomas Hobbes, 1651 tarihli Leviathan adlı eserinde salt doğa kanunlarıyla yaşamayı anarşi olarak tanımlar. Böyle bir düzende korku egemendir. Çünkü doğa, hayatta kalmak adına rekabetçi ve acımasızdır. Devlet, doğa kanunlarının üstündeki kanunları ve cezalarıyla insanların bu korkudan muaf olarak yaşamalarına imkân sağlar. İnsanlar da korkuyla yaşamaktansa özgürlüklerinden vazgeçip, bu haklarını devlete teslim etmeği önerir.
Siyaset ve korku bağlamını en iyi şekilde ele alan diğer bir felsefeci Baruch Spinoza ise, Hobbes’un savunduğu bu korku siyasetini devlet adına savunmaz. Spinoza siyasi iktidarın kendi vatandaşlarını hâkimiyeti altına almak için sürekli korkuyu kullandığını ileri sürer. Ancak bu yöntem vatandaşlarına mutluluk getirmez. Sadece vatandaşları üzerinde korku yaratan siyaset anlayışı kendi iktidarını sözde sağlamlaştırır.
Türkiye 15 Temmuzdan sonra Spinoza’nın farklı tarz ve ayarlanabilir dozlarda Korku Hâkimiyetinin hüküm sürdüğü altın çağını bir kez daha yaşıyor. . İktidara göre 15 Temmuz ile beraber yeni bir “istiklal” mücadelesi başladı. Bu yeni “mücadelede” slogan “tek millet, tek vatan, tek bayrak”. Teklik ne var ki sadece vatan, bayrak ve millet ile sınırlı değil. “Tek fikir, tek ses” diye devam etmek gerekir. En kısık halinde de olsa farklı bir sese yer yok. Neyin yanlış neyin doğru olduğuna, neyin söylenip neyin söylenemeyeceğine tek bir kişi karar veriyor. O tek kişi herhangi bir konuda konuşmadıkça kimse fikir beyan etmek istemiyor. Etrafındakiler açığa düşmekten korkuyor. Ve Herkes susuyor, tek bir kişinin konuşması bekleniyor. Tek kişi konuştuktan sonra konuşanlar, ya tek kişinin söylediklerinin tamı tamına aynısını söylüyor ya da o tek kişiyi doğruluyor, övüyor; her şeyin en doğrusunu en iyisini o biliyor. Bundan şüphe duymaya izin bile verilmiyor.
Korkuyla büyüyenlerin kendi korkuları herkesinkinden daha büyük hale geliyor. Bu bir kaderdir. Çünkü suçları büyüktür, adaletten korkarlar; hukuksuzlukları kitaplara sığmaz, hukuktan korkarlar; yolsuzlukları dağ olmuştur, hesap vermekten korkarlar… Sesten korkarlar, sesten! Sözü olan susmalıdır; radyoysa radyo, gazeteyse gazete, televizyonsa televizyon. Karanlık noktalara ışık tutmaya çalışan kim ne varsa makbul görünmez. İtirazdan korkarlar, ‘hayır’ diyebilenin sonu yok edilmeye mahkûm kılınır… Bir kere insan susmaya dursun; terörist damgası yememek için, işinden atılmamak için, kovulmamak için, içeri tıkılmamak için… Bakın “İsrail Türkiye’ye Saldırabilr, 3. Dünya Savaşı Çıkabilir!” diyebiliyorlar. Ülkenin bekasının tehdit altında bulunduğunu söyleyebiliyorlar. Çünkü hâlâ korkuya muhtaçtırlar. Hesap siyasal İslam’ın statükosunu korumak, güçlendirmek, sürdürmektir. Hesap, gidişi olmayan ebedi bir iktidar tahayyülüdür!
Bu hesap Cumhurbaşkanı’nın öncki yıllarda yaptığı “AKP kaybederse tüm Türkiye kaybeder” saptamadan da anlaşılıyor. Böylece, bir siyasi partinin kaderiyle tüm ülkenin kaderi özdeşleştiriliyor. Bu “AKP = Devlet = Tüm Türkiye” özdeşliğe göre ülkesini sevenlere de, gelecek seçimleri AKP’nin kazanması için gereken her şeyi yapmak düşüyor. Bu siyaset anlayışı Hobbes geleneğinin liberal muhafazakâr Müslüman versiyonudur. Malum odaklar iktidarlarını kaybetme korkularını kendi korkularımız olarak görmemizi; tek çaremizin arkalarına takılmak olduğunu telkin ediyorlar; özgürlüklerimizden ve iradelerimizden vazgeçmemizi istiyorlar… AKP iktidarı toplumun %70’ine rağmen devleti yönetmenin kendi bildiği “AKP = Tüm Türkiye” siyaset anlayışından geçtiğini düşünmektedir. Bu siyaset anlayışı demokrasinin yükselmesini değil demokrasinin krize girmesine neden olmaktadır.
Merkezi devletin şiddet uygulama, yargılama ve cezalandırma aygıtlarını, yürütme organını kendi iradesi altında, Meclis’i etkisizleştirerek toplayan AKP liderliği, son günlerde kayyum atamalarla yerel yönetimleri de bu iradeye doğrudan bağlamaya çalışıyor. Muktedir kendi gündemini, kendi siyası anlayışını kurumlara, belediyelere, kamusal alana, tüm topluma zerk ediyor. Herkes kendi mahallinde ona öykünüyor. Koca bir memleket maskeli baloya dönüyor… Herkes olan bitenler karşısında biçare: Sus ki terörist sayılmayasın, sus ki adın çıkmasın FETÖ’ye, PKK’ye, vatan hainliğine, casusluğa! Sus ki hayatın kararmasın… Ama kararın bu ülkenin geleceği, ortak geleceğimiz.
Unutulmaz Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder’in 1973 yılı yapımı “Korku Ruhları Bitirir” diye bir filmi var. Korkunun insanın ruhunu nasıl kemirdiğini, kendi olmaktan çıkarıp başka güçlerin oyuncağı haline getirdiğini ve derin bir mutsuzluğa sürüklediğini anlatır. Bizim de ruhlarımızı korkuya yedirmemek için, ideallerimize ve değerlerimize her zamankinden daha kararlı bir şekilde sahip çıkmamız; sözün hükmünü yitirmemesi için, korku hâkimiyetini hükümsüz kılmak için, vicdandan, ahlaktan ve adaletten yana olmak için, gerçekleri dile getirmekten çekinmeyip kendi sözümüzü cesaretle her zamankinden daha açık söylememiz gerekiyor.
Bir hükümet söz özgürlüğünü ne kadar kısmaya çalışırsa, ona o kadar karşı konur, konulmalıdır. Spinoza’nın değindiği gibi: “Şayet ruhlara hükmetmek dillere hükmetmek kadar kolay olsaydı, bütün hükümdarlar güvenli bir şekilde hüküm sürerdi ve zalim güç diye bir şey olmazdı. Zira o zaman bütün insanlar hükümdarlarının fıtratına göre yaşar, neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin adil olduğunu neyin olmadığını sadece onların buyruklarına göre değerlendirirdi. Fakat… Bir insanın ruhunun, başka bir insanın hakkına tamamen bağlı olması imkânsız bir şeydir. Hiç kimse kendi doğal hakkını, yani her konuda özgürce akıl yürütme ve özgürce değerlendirme yetisini bir başkasına devredemez; dahası, hiç kimse bu bapta baskı altına alınamaz. İşte bu yüzden diyoruz ki, devlet ruhlara yöneldiğinde şiddet uygular.”
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Antakya, Pazartesi 18 Kasım 2024