Okullar yarıyıl tatilinde…
Köy okulları 15 Şubat’ta açılacak. Ama açılmayabilir de.
Şehirlerde okullar 1 Martta açılacak. Öğrenci okula haftada iki gün gidecek. Yine de bu tarih ötelenebilir.
Covid-19 kol geziyor! 18 yaş altı ve 65 yaş üstü için sokak üç saat serbest. Karantinadayız. Evde ne yapacağız?
Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Robenson” şiirinde özlediği gibi başımızı mı dinleyeceğiz?
“Robenson, akıllı Robenson’um
Ne imreniyorum sana bilsen!
Göstersen adana giden yolu,
Başımı dinlemek istiyorum.”
Yoksa hem okuyacak, hem de çevrimiçi etkinlik mi izleyeceğiz? Bir yıla yakın bir zamandır tüm etkinlikler çevrim içi. Ödül törenleri, söyleşiler, paneller. Açıkçası çevrimiçi etkinliklere alışamadım bir türlü. Sarmadı beni.
Duygularımı, düşlerimi, duyumsadıklarımı canlandırmak için okumayı seçtim.
Bu stresli günlerimde en çok yazarlarımızın anı’larına yöneldim.
Ülkü Tamer’in, anılarını topladığı kitabı Yaşamak Hatırlamaktır’ı ikinci kez okudum.
Bir Cumhuriyet kadını, tiyatro sanatçısı Macide Tanır’ın Tiyatro’nun Cadısı’nı ikinci kez okudum.
Mina Urgan’ın Bir Dinazor’un Anıları’nı ikinci kez, sıkılmadan okudum.
Yapı Kredi Yayınları Yaşar Kemal’in İnce Memed’inin dört cildini tek kitap’ta toplamış. Kitaplığım için bu kitabı da aldım. Gençler okusun diye
Sabahattin Ali serisini aldım. İkinci kez okumak ve çevremdekilere okutmak üzere.
Haldun Dormen’in Sürç-ü Lisan ettikse, Olmak ya da Olmak, Nerede Kalmıştık’ını büyük bir zevkle okumuştum. Yaşlanmaya Vaktim Yok adını taşıyan yeni anı kitabını da aldım ve bir solukta okudum. Ben de büyük bir samimiyetle ifade ediyorum ki, yaşlanmaya vaktim de yok, niyetim de yok. Kitaptan bir iki anekdot aktarmak istiyorum:
“Ellili yılların ortasında Max Meinecke’nin sahneye koyduğu Sokakta adlı oyunu oynuyorduk. Oyun çok tutmuş, her gece tıklım tıklım dolu salonlara oynuyordu. O kış, bir gece korkunç bir tipi bastırdı ve İstanbul’un trafiğini bir anda alt üst etti. Biz oyuncular, canımızı dişimize takarak zar zor Tepebaşı’ndaki Dram 77 Tiyatrosu’na gelip hazırlandık ve koca salonda tek bir kişi olduğunu öğrendik. Her kafadan bir ses çıktı ve oynamamaya karar verildi. Herkes makyajını silmeye, kılığını çıkarmaya hazırlanırken sahne kapısında bir ses gümbürdedi: ‘Tek bir kişi bile olsa sahne açılacaktır! Muhsin Ertuğrul hocamız bize öyle öğretti!’ Gümbürdeyen sesin sahibi tiyatronun müdürü Basri Dedeoğlu idi. Hepimiz oyunumuzu oynadık. Sonunda selama çıktığımızda, salonda oturan ve bizi oynamaya mecbur eden tek kişinin horul horul uyuduğunu gördük. Meğer adam tiyatronun önünde kara saplanıp kalan taksilerden birinin şoförüymüş. Dışarda üşüdüğü için salona girip bir köşeye büzülerek ısınmaya çalışmış. Oyun da tatlı bir ninni gibi gelmiş.”
“Uzun sözün kısası, oyunculuğu iş olarak seçmişseniz ya da seçecekseniz, ilk öğrenmeniz gereken şeylerden biri de budur: The Show Must Go On (Gösteri devam etmelidir.) ya da tiyatrocular, operacılar, baleciler için perde ne olursa olsun mutlaka açılmalıdır.”
Yaşam, okudukça anlam kazanır. Yaşam, sanatla güzelleşir.
Dostlukla!