Kudüs bizim oldu mu ki, tarihi çarpıtıyorsunuz?

Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı kitabında Allahaısmarladık bölümünde: “Artık Şam’dan ayrılıyorum… Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz… Anadolu hepimize hınçla, güvensizlikle ve şüpheyle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz.” Falih Rıfkı Atay devam ediyor: “İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: ‘Benim Ahmed’i […]

Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı kitabında Allahaısmarladık bölümünde: “Artık Şam’dan ayrılıyorum… Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz… Anadolu hepimize hınçla, güvensizlikle ve şüpheyle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz.”

Falih Rıfkı Atay devam ediyor: “İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: ‘Benim Ahmed’i gördünüz mü?’ diyor. Hangi Ahmed’i, yüz bin Ahmed’in hangisini? Yırtık basmanın altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun tersini gösteriyor. ‘Bu tarafa gitmişti’, diyor. ‘Ahmedi’mi gördün mü?’ Hayır… Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü.  Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat, biz Ahmed’i kumarda kaybettik.”

Birinci Dünya Savaşı’nda, Anadolu’nun çektiği sıkıntıları, ıstırapları bu denli mükemmel anlatan başka bir örnek var mıdır, Zeytindağı gibi?..

Evet, ıssız ve sahipsiz Anadolu’nun çaresiz anaları işte böyle ağlıyorlardı. Onlar yokluklar, fakirlikler içinde büyüttükleri ve vatan için askere yolladıkları Ahmetlerini soruyorlardı. Ahmetler, hiçbir zaman Osmanlı’nın olmayan çöllerinde, kavurucu sıcaklarda yitirilmişti. Anadolu’nun sütü böyle heba edilmişti. Ahmetler, Osmanlı’nın oynadığı kumarda kaybedilmişlerdi.

Peki, Ahmet’in kanının aktığı o topraklar, gerçekten Osmanlı’nın olmuşlar mıydı?  Cevabı Falih Rıfkı Atay versin: Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor… Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz… Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerinTürkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rasgeliyordum… Osmanlı İmparatorluğunda bütün azınlıklar imtiyazlı oldukları için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi. Bir Kürt inzibat çavuşunun kütüğünden gelen Abdurrahman Paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin, Araplaşmış olduğu için de meclis üyesi idi. Bu Abdurrahman Paşa, kendi toprağının tamamını ancak harita üstünde görmüştür.¨

Atay, şu noktaya dikkat çekiyor: “Suriye, Filistin ve Hicaz’da: ‘Türk müsünüz? Sorusunun birçok kereler cevabı ‘Estağfirullah!’ idi.  Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu. Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların hep başka milletlerin idi. Gür sakallı baharat kokan Dürziler, saçları örgülü Yahudiler, entarili Araplar, hepsi Türk ordusu kanala doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış: ‘Geç yiğidim geç!’ diyordu. Bir avuç Türk bütün kıtayı tuttu. Koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık.”

Falih Rıfkı Atay, feryat ediyordu:  “Geç kalmıştık. Artık ne Suriye, ne de Filistin bizim idi. Rumeli’yi de kaybetmiştik… Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk. İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.¨

Osmanlı Devleti’nin son yıllarını mükemmel bir şekilde anlatan Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı’nda böyle diyordu. Bu geniş coğrafyaya yayılmış toprakların elden çıkmasını önlemek uğruna bazıları hayallerine, ihtiraslarına yenildi. Bilgisizlikler, hayaller, ihtiraslar, nankörlükler, hainlikler zinciri…

 

9 Eylül 2024’te, Türkiye’de okullar açıldı. Milli Eğitim Bakanı, ilk dersin, “Bağımsızlık ve Vatan Sevgisi” olarak işlenmesi talimatını verir. Konu, “Çanakkale’den Gazze’ye Vatan Savunması ve Bağımsızlık Mücadelesi.” İlk derste vatan sevgisinin, “Türk ve Filistin haklarının birlikte hareket ettiği tarihi olaylar üzerinden” anlatılması istenmiş.

Ne demeli?.. Oysa 9 Eylül, 17’nci Türk Devleti’nin temelinin atıldığı gündür.

9 Eylül, sadece İzmir’in kurtuluşu değildir. İşgalcilerin hayallerinin yerle bir edildiği vatanın kurtuluş günüdür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeli olan bu zafer yerine, Türk ve Filistin haklarının birlikte hareket ettiği tarihi olayların anlatılması, Türkiye’nin geldiği durum açısından ibret vericidir. 9 Eylül günü zaferle sonuçlanmasaydı ne vatan kalırdı ne de makam…

Türk İstiklal Savaşı dünyanın en meşru, en haklı ve en kutsal savaşlarından biridir. Türk İstiklal Savaşı, vatan sevgisinin doruk noktasına ulaştığı bir kahramanlık destanıdır. Ayrıca, Çanakkale Zaferi Filistinlilerin ortak olduğu bir zafer değildir. Araplardan oluşan, 77 ve 72’nci alayların, cepheden kaçışı anılarda yazılıdır.

Yarbay Fahrettin Altay Çanakkale Cephesi’nde 3’üncü Kolordu Kurmay Başkanıdır. Anılarında şöyle yazar: “(25 Nisan sabahı) Arıburnu önlerinde deniz yüzlerce gemiyle örtülmüştü. Top sesleri aralıksız devam ediyordu. Vadi, cepheden gelen yaralılarla dolmaya başladı.  İlerimizdeki 77. Arap alayından kaçan çok sayıda Arap erinin çadırda saklandıklarını ve nargile içmekte olduklarını gördük…” Gerçek bu…

27’nci Alay Komutanı Şefik Aker, 19’uncu Tümen Komutanı Mustafa Kemal ve Yarbay İzzettin Çalışlar da bu iki alay yüzünden düşmanın karaya çıktığını ve çok zor saatler geçirdiklerini yazarlar.

Tarihi çarpıtmak, tarihi yanlış anlatmak tarihi yapanlara nankörlüktür. Kahraman şehitlerimize nankörlüktür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne nankörlüktür.

Mustafa Kemal ölmedi… Ölseydi eğer, yüzlerce kişi her gün O’nu öldürmek ister miydi?

 

 

Özet Kaynakça:

 

Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Bateş, İstanbul, 2003.

 

Naim Babüroğlu, Kemalyeri, Asi Kitap, İstanbul, 2017.

 

Murat Bardakçı, Enver, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2015.

Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1970.

Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim, 10 Yıl Savaş ve Sonrası 1912-1922, İstanbul, 1970.

 

Exit mobile version