Limon Ağacı

Tenha bir zihnin tenha sokaklarını adımlayan ritim… İkili sayı sistemini kıskandıran düşsel aritmetik… Limon ağaçları, kediler, yeşile ve doğaya dair fısıldanan mitoloji… Stefan Zweig’in Olağanüstü Bir Gece’de yazdığı gibi: “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar…” İnsan ruhunun […]

Tenha bir zihnin tenha sokaklarını adımlayan ritim…

İkili sayı sistemini kıskandıran düşsel aritmetik…

Limon ağaçları, kediler, yeşile ve doğaya dair fısıldanan mitoloji…

Stefan Zweig’in Olağanüstü Bir Gece’de yazdığı gibi: “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar…”

İnsan ruhunun ve özellikle doğanın toplum eliyle örselendiği bir çağ. Kendiliksiz soluklara kulak vermek… Doğaya, hayvana, insana… Akdeniz defnesi, Mavi Ladin, Salkım söğüt ve Martılar bilhassa…

Sahi bizim denizin martıları nerede?

“Sizde martı var mı?” diyen dizeler saklıyorum o gün bugündür… Tok bir kahkaha, çatallı ses tonu… Yaşlanmayan fuar girişi ve renkleri sırtlayan beden…

“Ey dünya günaydın
damla damla düşüyorum…” diye sesleniyor Nalan Çelik

“Sıralamasına küskün öykülerim var” diye ekliyor ardından. “Doğanın, yaşam sevincinin, geç kalmışlığın, yakınlarımızın, işsizliğin, unutmanın…” diye
Sizde martı var mı diyen dizeler saklıyorum o gün bugündür… Işık hızı, takyon gölgeleri, taflan ağaçları, retinaya sırnaşan hüzün…

Çünkü hissin, sesle ilişkili olduğuna dair ipuçlarım var benim… Titreşimin, yayılımın, okumanın bakmakla ilişkili olduğuna dair ipuçları…
Sese doğru atılan bir adım, dizeyi kollayan tesadüfler… Her geçmiş, kaygılı bir gelecek barındırır nasılsa…
“Kuşlar da biliyor, deniz gökyüzü olmadı

Hem de hiç
Sütten kesilen bir yolcuktu uçurtmaların kuyruğu…” diye ekliyorum günceme

Limon ağacı, yorulmak nedir bilmeyen adımlar, keşfedilen metruk binalar ve objektife takılan gölge…
Gölgeler şiir okur mu? Gölgeler…

Korkunun da bilinci var. Bu tanımlama senin: “Bilinçli korku…”

Her şeyin naylona döndüğü bir geçeklikte, gerçeküstünün bir anlamı kaldı mı?

Dali’nin, René Magritte’nin, Giorgio de Chirico’nun, Paul Delvaux’un…

440 kadının öldürüldüğü, 317 kadına cinsel şiddet uygulandığı, fiziksel, duygusal, düşünsel, travmalara maruz bırakıldığı, psikolojik, tehdit gibi baskılarla kabuğuna hapsedildiği bir gerçeklik…

Şiddetin ortaokulu, liseyi, üniversiteyi yoklaması… Akademisyenin öğrencisi tarafından öldürülmesi, bir ortaokulda öğrenciler arasında çıkan bıçaklı kavga, sosyal ortamda canlı yayınlanan şiddet görüntüleri…

Yaşamını yitiren küçücük çocuklar, gencecik kızlar… Adliye önünde birbirine silahla, döner bıçağıyla saldıran aileler… Trafikte tartıştıkları kişileri yok eden zihinler…

“Görünüşte hepimiz aynı türden canlılarız değil mi? Hepimiz etten ve kemikten oluşuyoruz, hepimiz aynı şekilde dünyaya geldik, aynı şekilde besleniyor, aynı havayı soluyoruz. Peki ya yeryüzünde bitmek bilmeyen bu kavgalar, savaşlar neden? Biz neden sürekli birbirimizi üzüyor, eziyor ve tüketiyoruz?..” diye araya giriyor Harper Lee

Sahi bizim denizin martıları nerede? Sazlıkları, mavisi, yeşili…

Sizde martı var mı diyen dizeler saklıyorum… Tok bir kahkaha, az biraz çatallı ses tonu…

“Çelimsiz konuşmanın hecelerini sayamadım bir türlü
İçimdeki çocuğu buldular önce…” diye sesleniyorum

Çünkü yaşamın sesle ilişkili olduğuna dair ipuçlarım var benim… Maddenin, titreşimin, doğanın görmekle ilişkili olduğuna dair ipuçları…

Şimdi bir fuar kapısı, yorulmak nedir bilmeyen adımlar, renkleri sırtlayan şiir bedeni…

Parmakla sayılacak martılarım var benim…

Exit mobile version