Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

MUTLAK, SORGULANAMAZ BİR OTORİTE İKTİDARI

 

 

Almanya doğumlu Amerikalı siyaset bilimci Hannah Arendt iktidarı tanımlarken, birlikte düşünmek, birlikte hareket etmekten söz eder. İktidar asla tek bir kişinin mülkünde değildir, bir gruba aittir ve grup bir arada bulunmaya devam ettiği sürece var olabilir.

 

İktidarı kendi mülkü gibi görmek, onu herkesten kıskanarak kendi tekeline almak, sonra da iktidar tekelini kaybetme korkusuna kapılmak; Siyasi güç alanında bu aşamaya gelindiği, biri diğeriyle çelişkili iki psikoloji ile kendini gösterir. Bir taraftan gücün zirvesine ulaşıldığı inancına dayanan aşırı bir özgüven, diğer taraftansa böyle bir gücü korumanın zorluğunun getirdiği kaybetme korkusundan beslenen yalnızlaşma duygusu. Elde edilen gücü korumanın ancak daha büyük bir güç elde etmekle mümkün olabileceği düşüncesi bir kısır döngü oluşturur. Her bir döngüde güçle birlikte sorumluluk da artar, her sorumluluk artışı daha fazla güç kullanma ihtiyacını beraberinde getirir. Böylece yönetenler, iktidarlarını otoriteye dönüştürmeye mahkum kalır.

 

Arendt’a göre otoritenin en önemli belirtisi, baskı ya da iknaya gerek olmaksızın, itaat etmesi istenilenlerin, verilen kararı sorgusuz sualsiz kabul etmesidir. Siyaset bilimci, otoriteyi korumak için kişi ya da makama duyulan saygıyı ayakta tutmak gerektiğinin altını çizerken, şiddet uygulama tekelinin devleti ayakta tutmadığını, aksine şiddetin iktidarın elden gittiği zamanlarda ortaya çıktığını; “Güç kaybı şiddete çıkarılmış bir davetiyedir. İktidarın ellerinden kaymakta olduğunu hissedenler, kaybettiklerinin yerine şiddeti koymanın cazibesine direnmekte zorlandıklarını” belirtir.

 

***

“Güvenlik mi, özgürlük mü?” ikilemini, toplumda “olmak, ya da olmamak” boyutuna veya ülkenin beka sorununa taşıdığınız andan itibaren, otorite olarak hak ve özgürlükleri gasp etmek kolaylaşır. Kamu adına otorite kullanan bürokrasi, hukuk ve rasyonalitenin dışına çıkartılmaya ve mutlak otoritenin hegemonya aracına dönüştürülmeye çalışılır. Sorun çıkarabilecek kişileri tasfiye edilir, gözaltına alınır, hapsedilir ve bu şekilde hem onlardan kurtulur hem de diğerlerine gözdağı verilir; böylece sokağın, bütün kurumların susturulması operasyonu hızla yürütülür. Söz konusu tasfiyeden sonra Weber’in “yasal-rasyonel otorite” olarak tarif ettiği bürokrasi ortadan kaldırılır, yerine “iktidar partisinin bir taşeronu” olmaktan öteye geçmeyen ve hukuk değil iktidardaki parti tarafından denetlenen bir yapı oluşturulur. Tüm bunlar hazır olduğunda ise filmin sonuna, asıl senaryonunsa başına gelinir; mutlak, sorgulanamaz bir otorite. Bugünkü Türkiye’nin fotoğrafı. Adına hala “demokrasi” denen bir siyasal sistemde izahı mümkün olmayan fiili bir durum.

 

Güzel yurdumuzda hukuk ve adalet yok edildi. Parlamenter sistem yok edildi. Kuvvetler ayrımı yok; tek adam sisteminde adalete de hukuka da yer yok. Yönetimi eleştiren herkese karşı yargı sopası kullanılıyor. Ülkede kimsenin güvenliği yok, tıpkı darbe dönemi gibi herkes gözaltına alınabilir, herkes tutuklanabilir. Seçilmiş belediye başkanları, gazeteciler, sanatçılar, parti genel başkanları önce gözaltına alınıyor, günlerce gözaltında tutuluyor, sonra şaşırtıcı nedenlerle tutuklanıyorlar. Stalin’in polis müdürü L. Beria, “Siz bana adamı getirin ben ona suç bulurum” demiş. Şimdi aynı yöntem güzel yurdumuzda yönetime karşı olan herkese uygulanıyor. Sendikacılardan iş insanlarına, gazetecilerden astrologlara değin iktidara dokunan yanıyor. Saray düzeni, “yeni Türkiye, Anadolu ihtilali” diyerek 1923 Devrimi ile kurulan demokratik, laik Cumhuriyeti tümüyle sonlandırıp bir tür meşruti monarşiyi tümüyle oturtma peşinde.

 

****

“Yurdumun yakın geleceğini hiçbir alanda iyi, güzel ve parlak görmüyorum ve bu görüşümü yıllardan beri yazılarımda ve konuşmalarımda haber veriyorum ve vermekteyim. Bu davranışımdan dolayı beni karamsar bulanları, artık gerçekleri görmeye çağırıyorum. Kapkaranlık bir bataklık içinde debelenip durmaktayız… Çevremizde aptal aptal suçlu aramayalım. Aynaya bakalım… Orada suçluyu göreceğiz. İş işten geçtikten sonra ‘kendim buldum’ demenin hiçbir yararı yok… Ey halk, ey halkın yol göstericisi, yol açıcısı aydınlar! Üzerinize ölü toprağı serpilmiş değil, özkendiniz ölmüş müsünüz?… Sana aptal olduğunu söylerken, bu sözüm duyduğum derin ve büyük acının çığlığıydı. Namık Kemal’in ağzıyla sana sesleniyorum: Ey yareli şir-i jiyan/ Uyan, uyan bu hab-ı gafletten” demişti Aziz Nesin (Bir Tutam Aydınlık, 1994).

 

Başından beri karşı devrime gereken direniş gösterilmediği için şimdi her konuşana “Burası yeni Türkiye. Haddinizi bleceksiniz!”, ”Alışmak zorundasınız !“ diyorlar! Laiklik yitirildiği için, demokrasi de yok oldu. Sosyalist kazanımların her şeyini de kaybettik. Elimizde kalan Cumhuriyet’i savunamazsak, daha zifiri bir karanlığın içine gireceğiz. Sosyal medyada çığlık atan yurttaşlarımızdan Necati Karaçay’nın yorumu şöyle :

 

“Ortalık iyice karardı. O denli karardı ki birbirimizi göremez hale geldik. Özgürlükler her geçen gün daha da kısıtlanmakta. Bu durumdan haberiniz var mı kırk parçaya bölünmüş solcular, sosyalistler, komünistler? Haberiniz var mı solculuk adına kurulmuş ayrı ayrı partiler? Parçalanmış emek ve eğitim sendikaları, dernekler, sivil toplum kuruluşları? Demokratik seçimi unutan ve tek seçicilik yöntemini kendilerinin varlık nedeni yapan sosyal demokratlar? Hâlâ haberiniz olmadıysa demir kapının, kör pencerenin, prangaların, kürsülerin, mahzun özgürlüğün, laikliğin, ekmeğin ve gözyaşlarının haberi çoktan oldu!

 

Bugün yürek yüreğe, yan yana olamazsak; yıllardır güzel günleri gözlemekte olan gözlerimiz, sevgi dokuyan yüreklerimiz, henüz kararmamış yorgun umutlarımız, güneşi bir daha görmeyebilir! Artık farklılıklarımıza rağmen yıllardır küçük olsun da benim olsun dediğimiz yuvalarımızdan çıkalım, uzatalım ellerimizi birbirimize, hep bir ağızdan söyleyelim Güneşi İçenlerin Türküsü’nü. Tümden yok olmadan zapt edelim güneşi! Unutmayalım, güneş bir daha doğmayabilir!.”

 

Aziz Nesin’in yukardaki “ Ey yareli şir-i jiyan/ Uyan, uyan bu hab-ı gafletten” uyarısının benzerini, 60 küsür yıl önce, Antakya Lisesi Orta 2’de Türkçe öğretmenimiz Mehmet Akif Ersoy’dan “Ey Yolcu, Uyan!” adlı şiirinden şu dizeler bize ezberletmişti:

 

“Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz; / Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz. //Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;/ Maziyi, fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.// Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha / Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vaha!”

 

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

 

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER