Geçmişte kalan üzücü ve buruk bazı yaşanmışlıkların; daha sonra kahkahalarla anlatılacak bir anıya dönüştüğüne, siz de tanık olmuşsunuzdur sanırım. İnsan beyninin bu tür olumsuz yaşanmışlıkları, olumluya çevirmesi, evirmesi, devirmesi ne kadar güzel! Bir de tam tersini düşünün: Olumsuz bir yaşanmışlık, zaman içinde beyin süzgecinden geçiyor ve daha olumsuza yöneliyor. Aman Allah’ım! Düşünmek bile istemiyorum. Suçlar başını alır giderdi. Nefret, depresyon, kavgalar… Daha da ileri gidelim cinayetler!
Beş buçuk yıl süre ile çalıştığım özel bir hastane. İki-üç haftada bir, dört- beş hekim bir araya geliyor, öğlen yemeye çıkıyorduk. Hem hastanenin yemeklerinden uzaklaşıyoruz hem mesainin verdiği yorgunluğu atıyorduk, hem de hastanede çalışırken yapamadığımız sohbetleri yapıyorduk.
Yedi yıl süren vejetaryenlik dönemime denk gelen bir zaman dilimi. Saat 12.00 sularında şehrin kuzeyine gitmeli; ağaçlıklı, rüzgârın efil efil estiği tepeleri çağrıştıran bir yerde yemek yemeli ve 13.30’da dönmeli… Bir buçuk saatte mümkün mü? Valla mümkün olmasa da mümküne çevirmeliydik, çeviriyorduk da.
Saat 12.15’te mekândayız. Hepinizin bildiği gibi Antakya’da önce mezelerle başlanır yemeye. İstediğimiz mezeleri sıralarken, et yemeklerinin de siparişi verildi. Ben et yemediğime göre, “güveçte kaşarlı mantar sote” yemek en uygunu. Restoranların çoğunda bu yemek yok. İstemimin ardından hemen tarifi yapıyordum ve eninde sonunda istediğim önüme servis ediliyor, yemeğimi diğer arkadaşlar gibi yiyordum. Bu defa yemeğim gelmedi. Bir-iki defa garsona söylediysem de, ı ıh, nafile… Saat 13’e yaklaşıyordu. Unutulduysa artık yetişmesi imkânsızdı. Garsonu yeniden yakaladım ve dedim ki, “Galiba benim yemeği unuttunuz. Artık yapmanıza gerek yok,” “Unutmadık ama mantar yokmuş. Onun yerine başka bir şey getireceğiz; sürpriz!” dedi, “Hem bizden, müesseseden. Özür niyetine…” Saat 13.15 olduğunda yemek yine yoktu ve açıkçası sinirlerim bozulmuştu. Efendiliği bozmadan, “Ne pişiriyorsanız getirin. 10 dakika sonra kesinlikle kalkacağız,” dedim. Ve nihayet yemek geldi. Güveç kabının sekiz on katı büyüklüğünde metal bir tepside, yaz mevsiminin yarı pişmiş sebzeleri: Patlıcan, biber, domates, kabak, soğan, sarımsak… Kap, güveç kabı değil ama tepsiyi bu şekilde fırına verdikleri açık. Kaşar peyniri yok, mantar yok… Tepsinin yuvarlak kenarı boyunca, yarı pişmiş sebzelerin sıvı özü. Hadi, hiç olmazsa bir kezliğine ekmekleri bandırıp bir lokma yiyelim. Bu kadar bekledik, gerildik, emek verdik, emek verilmiş… Bandırdık arkadaşlarla ekmekleri. Aman Allah’ım! Bu ne lezzet! Masadan kalkışı erteledik. Bandır, bandır; masadaki ekmek dilimlerini bitirdik. Yarı pişmiş sebzeleri, metal tepsinin ortasında –bir denizdeki kayalıklı bir adaya benziyordu– bırakıp hesap ödemeye gittik. Özür dilediler bizden. Giderken hastaneye, araba içinde hiç beklemediğimiz lezzeti konuşup durduk arkadaşlarla.
Söz ettiğim yemeğin ardından beş-altı yıl geçti. Arkadaşlarla bu yemeğin muhabbetini neredeyse her bir araya gelişte yaptık, yapıyoruz.
Hayatın güzelliği burada. Geçmişteki olumsuz nahoş bir olay, zamanla hoş bir anıya dönebiliyor, dönüşebiliyordu.
Nisan 2024, Eskişehir