NE OLACAK BU HATAY KENTİMİZİN HALİ?

Çocukluğumdan beri kentlere hep bir mimarın gözüyle bakmayı öğrenmeye çalıştığımı söylemeliyim. Eski kentim Hatay/Antakya ile ötedeki kentim İstanbul, yaşadığım kent Bordeaux/Fransa bendeki kent imgeleminin üç bileşenidir. Üç yol/kent haritası çizerek yola düştüğümü söylemeliyim. 2000’li yılların başında Galatasaray Üniversitesinde geçirdiğim 5 yıllık görev sürecini bitirip İstanbulu terk ettiğimde -özlemle belki de- Türkiye’yi yazma düşüncesini yeniden bana […]

Çocukluğumdan beri kentlere hep bir mimarın gözüyle bakmayı öğrenmeye çalıştığımı söylemeliyim.

Eski kentim Hatay/Antakya ile ötedeki kentim İstanbul, yaşadığım kent Bordeaux/Fransa bendeki kent imgeleminin üç bileşenidir.

Üç yol/kent haritası çizerek yola düştüğümü söylemeliyim.

2000’li yılların başında Galatasaray Üniversitesinde geçirdiğim 5 yıllık görev sürecini bitirip İstanbulu terk ettiğimde -özlemle belki de- Türkiye’yi yazma düşüncesini yeniden bana taşıdı.

Fransa’yı, çoğunlukla, Bordeaux’da akademik hayatımda yazmayı öncelemiştim. Antakya’yı da yurtdışına gidip uzaklaşınca yazdım. Öyle ki yazarak çocukluk kentimle barıştım. “Benim İstanbul Çağım” ise Türkiye’yi dindire dindire yazmayı istemişti benden.

Uzaklık yazmak için bir neden. Özlem duymak değil, tam tersi, anlamanın kapılarını aralamak…

Yazarın işi/uğraşı, biraz da bugündeki geçmişi yazmak değil midir? Bunu da “nostalji” olarak almamalı, o bambaşka bir duygu/ruh halidir.

Bir kenti düşünmenin, anlatmanın yolu kuşkusuz o kente ait olmak, doğup yaşadığın yeri benimsemekten, içselleştirmekten geçer. Çünkü insan doğduğu ve yaşayıp büyüdüğü yerden bakar dünyaya. Yaşadığı yere benzer.

Yazıyı yaşama yurdu kıldığınızda da anlatabileceğiniz her bir şey yeni bir bakış/duyuş istiyor sizden. Bir kenti anlatma biçimi de duygularınızı, düşüncelerinizi bu yönde yoğunlaştırdığınızda gelip sizi bulur, bence!

Uzaklardan yazmak istediğim 6 Șubat depremiyle yerle bir olan Antakya/Hatay kentim, şimdi bambaşka bir imge olarak duruyor karşıma. Ama biliyorum ki bu asla, bir “kent seviciliği” anlatısı olmayacak sevgili okurum.

***
Bugünlerde, yaşadığımız depremler zincirini ne zaman düşünsem, sorumsuzluk ve becerisizlik egemenliğinin sonucu olarak önce enkaza mahkûm edilen sonra da enkaz altında ölüme terk edilenlerden önce, enkazdan kurtarma çalışmalarına koşan insanların çaresizliği gelir aklıma. Tereddüt etmeden kış kıyamet deprem bölgesine koşan o güzel insanların çaresizlikleri, enkazın altında ölümü bekleyenler kadar sarsıcıdır. Hele hele bir şeyler yapmaları engellenenlerin hikâyeleri…. Yapılması gerekenlerin bu kadar çoğaldığı, eylemin bu kadar azaldığı ve hiçbir şey yapmamak için analizlerin bu kadar derinleştiği (!) bir dönem daha oldu mu?

Özel ve hoşgörü kenti, bütün dinleri, renkleri, dilleri barındıran, adına methiyeler dizdiğimiz Hatay 6 Şubat’tan buyana İkinci Dunya Savaşı Sonrası bir felaket tablosunu andırıyor. Binlerce insanımızı kaybettiğimiz o sabahsız günün üzerinden 6 ay geçmesine rağmen hâlâ onlarca kişi kayıp. Kimi yakın bir arkadaşını, kimi sevdiği kadını, kimi ise kardeşinden günlerdir gelecek bir haberi bekliyor. Kent’te hala molozlar var, çöp var, pislik var, toz var, ağır hasar almış hayalet binalar var, haşarat var, bir Afganistan görünümü var. Kent’te, deprem öncesinde kriz olan beslenme, depremin yarattığı işsizlik ve daha da kötüleşen ekonomi nedeniyle kabusa dönüştü. Devran o devran, zam yiye yiye dudaklar uçuklandı, kredi çekmek zorlaştı, çocuğun okul parası nasıl ödenecek? Depremzedelerin kredi kartları borçcu yüzde 280 artışlar varoldu. Bireysel ihtiyaç kredileri de katlandı. Yurttaşların büyük kısmı evsiz. Bir kısmı konteynerde kalırken çoğunluğu hâlâ çadırda yaşıyor. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyor. Çünkü sabah 9 ile akşam 7 arası çadır ve konteynerler tüm sıcağı adeta emiyor. Öte yandan bir de yılan ve akrep tehdidi var, haşere sorununu bile ikinci plana attıran. Herkesten çadırında ya da kaldığı yerin yakınında yaşadığı “akrep yakalama”, “yılan öldürme” hikâyesi dinliyoruz… Buradan göç etmemeye direnen ama göçe zorlanan binler var. Hastane, banka, valilik, kaymakamlık gibi resmi kurumlara gitmek için saatte bir gelip gelmeyeceği belirsiz aracı sabırla bekliyorsunuz. Tabanları yağlayıp yola düşseniz korkuyla aşmaya çalıştığınız kısa mesafeler uzadıkça uzuyor. Size eşlik eden toz bulutu dışında sağlı sollu binaların tehlikeli duruşu, burnunuzun direğini kıran pis kokular, sahipsiz ve aç sokak hayvanlarının kestiremediğiniz tepkileri gibi sayısız tehlikeden sonra hedefinize ulaşıyorsunuz.

Gerilen sinirlerin, biriken terin, nefes nefes yutulan asbestin sonrasında duş alıp rahatlamak istemeyin çünkü su yok. Depremin ilk gününden itibaren ölü taklidi yapan belediye ne temizlik için su temin edebiliyor ne de içme suyu sağlayabiliyor. Şebeke suyu var ama günün bazı saatlerinde kesik. Bazen günlerce kesik. İçme suyu ancak pakette ya da kısıtlı dağıtım noktalarında, hva sıcaklığı 40 derece altında su kuyruğuna girenler arasında yaşlılar, hamileler, enkaz altından kurtarıldıktan sonra hala iyileşmediği için kolu askıda olanlar var. Binaların kontrollü adı altında kontrolsüz yıkımı sürüyor. Olması gerekenin aksine neredeyse hiçbir yıkımda sulama yapılmıyor. Kontrolsüz yıkımlar yüzünden yollar, altyapılar, elektrik hatları zarar görüyor. Kesilen elektrik saatlerce gelmiyor. Elektrik kesintisi aynı zamanda telefonların da çekmemesi demek. Bir de ara ara çıkan orman yangınları var, kentin tozu dumana katan. Dışarıda yalnızca beş dakika gezseniz hem ten renginiz değişiyor hem de üzerinizi toz kaplıyor.

** *
Hataylılar tüm bunlara rağmen “insan kalma” konusunda şaşırtıcı bir dirayete sahip. Ancak yaşamsal olarak da akıl sağlığı olarak da bu durum sürdürülebilir değil. Konuya ilişkin yapılan reportajlarda insanların müthiş bir panik içerisinde olduğu, bazıların “Burada bir kıyamet tablosu var” sözleri özetliyor. Varlığını bugün halen koruyan sorunları ise “Ne olacak bizim halimiz ?” sorusuna verilen yanıtlar anlatıyor: Temiz suya ve sağlıklı beslenmeye erişim kısıtlı. Halen çadır yok. Konteyner yok. Duş yok. Çamaşır makinesi ya da çamaşırhane yok.

Medeniyetler beşiği Hatay’ın yoğun bakımdan çıkması için büyük bir seferberliğe ihtiyacı var. Öncellikle bu vatandaşlarımızın sorunlarının giderilmesi ile ilgili o bölgenin afet bölgesi ilan edilmesi gerekiyor ki bürokratik işlemler hızlı yürüsün. Vatandaşımız hak, mal ve mülkiyet mağduriyetleri giderilsin.

İtalyan romancı İtalio Calvino’nun Citta İnvisibili (“Görünmez Kentler”) adlı eserinde Marko Polo’ya söylettirdikleri belki az da olsa işimize yarar: “Cehennem gelecekte olan bir şey değildir. Eğer cehennem diye bir şey varsa, o halihazırda buradadır. Biz onu birlikteliğimizden yarattık ve onu her gün yaşıyoruz. Ondan çekilen acıdan kurtulmanın iki yolu var: Cehennemi kabul edip, onu görmeyecek kadar onun parçası olmak; ikincisi daha risklidir ve sürekli uyanık olmayı gerektiriyor: Cehennemin orta yerinde kimin ve neyin cehennem olmadığını ara, öğren ve katlanmalarına yardımcı ol, onlara alan aç.”
Evet, acilen bunları yapıp yaşadığımız kısırdöngüden çıkmamız gerekiyor. Sorun artık sorumluluk sahibi, vicdan sahibi, özellikle makam sahibi herkesin bilinçle, akılla, vicdanla davranmasına bağlı.
Bizim de Arthur Miller’lerimiz var. Ve günün birinde bugünleri yazacaklar. Orada, o kitaplarda, o anılarda nasıl yer almak isterdiniz?

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğrt. Üy.

Bordeaux, 7 Ağustos 2023

 

Arthur Asher Miller (17 Ekim 1915 – 10 Şubat 2005), geçen yüzyılımızın en önemli Amerikalı dram yazarlarından biri kabul edilmektedir. Miller’in kahramanları, haşin bir toplum içerisinde, kendi vicdanlarıyla yaşayabilmek için bireysel suç ve sorumluluklarıyla uzlaşmaya çalışırlar. İlk bakışta oyunları, genellikle aile hikâyelerini anlatan bireysel dramlar gibi gözükse de, çağının önemli toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunlarına eğilirler.

Exit mobile version