Eski çağlarda, uzun yolculuklardan sonra bir geminin içinde bunalmış, umutlarını yitirmeye hazır gemicilere bir kara parçasına yaklaştıklarının müjdesini önce deniz kuşları verirdi. Kuşları gördükleri zaman karaya yaklaştıklarını anlarlardı. Biz de hırpalanmış bir gemiyle fırtınalı uzun bir yolculuktan geliyoruz. Darbelerden, kumpaslardan, iç savaşlardan, cinayetlerden, intiharlardan, işkencelerden, fakirliklerden, yoksunluktan, yasaklardan, yolsuzluklardan geçe geçe geliyoruz. Ambarında hortlaklar saklayan hırpalanmış bir gemi gibi geliyoruz.
Siyasi gündemimizde hep aynı başlıklarla yaşamaya devam ediyoruz. Kutuplaşma, laiklik, bölücülük, asker-sivil ilişkileri, kumpaslar, askeri darbe, FETÖ’cü sivil darbe, yargısal derbe, vs… Aynı yalanlar. Aynı tehditler. Aynı korkular. Aynı böbürlenmeler. Aynı zayıflıklar. Aynı kavgalar. Aynı zulümler, Aynı hukuksuzluklar. Aynı adaletsizlikler…
Zaman yanımızdan sanki bize dokunmadan akıp gidiyor. Yarına bir türlü ulaşamıyoruz. İçine gömüldüğümüz çatlağın tepesinde yarın sevecen bir gülümsemeyle bize bakıyor. Güçlü bir elin uzanıp bizi bulunduğumuz yerden yıllardır beklediğimiz yarın’a çekmesini bekliyoruz. Mütevekkil, alışkın ve aldırmaz bir bekleyiş. Ne fakirlik telaşlandırıyor bizi, ne acı, ne ölüm. Yüz yıldır aynı sabaha uyanıyoruz. Sanki hiçbir şey değişmiyor. İnsanlarımız hep susuyor. Zamanı yitirmiş bir kavmin korkunç sessizliği içinde. Aynı budalalıklar. Aynı yenilgiler. Aynı laflar. Aynı muhtıralar. Aynı kurnazlıklar.
Zaman atının sırtında hep yarına koşan kavimler bizi aralarına almıyor. Alaycı ve aşağılayıcı bir ifade hepimizin yüzünde. Ve, bize, hep aynı günde yaşamanın ne kadar büyük bir talih olduğunu anlatanlar, “artık bir yarınımız olsun” demeyi ihanetle bir tutanlar, içine hapsolduğumuz zaman çatlağından çıkarsak mahvolacağımıza bizi inandırmak isteyenler, her fırsattan yararlanarak ülkeyi dünyadan koparmaya çalışan, yıllarca omuz başında sessizce beklediği önderine tuzak kurmuş iktidar açlığıyla kıvranan politikacılar.
Maceralı yolculuğumuzda güzel günlerimiz, karaya yaklaştığımızı sandığımız mutlu zamanlarımız oldu. Ama mutluluktan çok mutsuzluk, özgürlükten çok baskı, zenginlikten çok fakirlik, neşeden çok ızdırap gördük. Şimdi artık karaya yaklaştığımızı haber veren deniz kuşlarının geminin çevresinde dolaşmasını bekliyoruz.
***
Modernlik Batı’da geçmişin geleceği büyük ölçüde belirlediği ve anlamlandırdığı bir süreç olarak yaşandı. Geleceğe yatırım üzerine kurulu çekirdek aile nosyonu, yarın için bugünü feda etmeye hazır nesiller üretirken; bu hayalin ortaklaşa yaşanması da ‘toplum’un psikolojik harcını oluşturdu. Böylece çeşitli yerelliklere ve inançlara mensup insanların bir tür ‘birliktelik’ ve ‘ortaklık’ fikrine gelmeleri mümkün oldu. Dolayısıyla kritik nokta tarihsel süreç içinde eşitlik bağlamında bir araya gelemeyen insan gruplarını ‘gelecekte’ eşitleyecek güvenilir sistemlerin oturtulmasıydı.
Türkiye Cumhuriyeti, demokrasinin, modernliğin meşruiyeti için gereken bu önkoşulu bir türlü kavrayamadı, gerçek halkı veri alan ve o halkı demokratlık/modernlik etrafında bütünleştiren bir toplum tasavvuruna sahip olamadı. Demokrasi bu ülkeye tepeden indirildiği, uğrunda mücadele edilmeden verildiği için anlamı ve değeri bilinmedi. Zaten insan haklarından da hak edilmediği için kolayca vazgeçilebiliyordu. Ama tepeden inmiş, tepsi içinde sunulmuş olsa da kapıp sahiplenmek mümkündü, özgürlüğün, eşitliğin ve uygarlığın sunduğu nimetleri… Oysa toplumun bir bölümü, elinin tersiyle itmişti hakkı olanı. Niçin mi? Muktedirlerin çobanlık merakı…
Toplum tabanını eğitmeyen bir devlet, ne çocuğa ne de erişkine insanca bir yaşam sağlayamadığı gibi; nüfusu tıpkı çoban gibi hotzotla yönetmek zorunda kalır. Cahilliğe bırakılmış, baskıya alıştırılmış kalabalıkları gütmek içinse iki yöntem vardır yalnızca: Emir ya da iman sopasını kullanmak. Türkiye, eğitemediği vasıfsız kalabalıklarını gütmek için her ikisini de kullandı. Demokrasiye geçiş sürecini önce emre karşı imanı kullanarak, iman azdığında emirle ezerek dengelemeye çalıştı.
Ne emir, ne de imanla yöneten hiçbir hükümet, kalabalıkları sürü, kendilerini de çoban olmaktan çıkaracak üçüncü yolu; demokrasiyi özümseyip savunacak bilinçli yurttaşlar yetiştirmeyi denemedi. Tam tersine. Türkiye’nin çobanlığına talip olanlar, seçimle işbaşına gelebilmek için demokratik olgunluğa erişmemiş toplum kesitinin tebaa güdülerine taviz verdiler. Yasaları çiğnediler ve çiğnettiler. Rüşvet dağıttılar. Makarna, kömür… vs, erzak dağıtılar. Haksız, vergisiz ve kolay kazanca alıştırdılar. Cumhuriyet değerleri, demokrasi bilinci, yurttaşlık ahlakının yerine; Diyanet ve İmam Hatip Lise’ler aracılığıyla kutsal emre itaatten başka bir şey olmayan, üstelik mantığı tartışılamayan din kurallarını koydular. Hatta gerçek dinle ilgisi olmayan mübahlar, yasaklar uydurdular! Sonuçta yeni bir sınıf yaratıldı, Türkiye’de. Ve toplum iki bölündü, kutuplaştırıldı. Bir tarafta din toplumunda yaşamak isteyip de laik bir toplumda yaşamak zorunda kalanlar; diğer tarafta laik toplumda yaşamak isteyip de din toplumuna dönüşme zorlamasına katlananlar. Türkiye’deki toplumsal durum bu.
Peki… Yokmu bu ülkenin geleceğini kurtaracak ? Elbette var…. Mustafa Kemal Atatürk henüz teğmenken arkadaşlarına şu soruyu soruyordu : “Akıl mı yoksa vahyi tercih etmeliyiz…”. Ve kendi sorusunu kendisi mealen şöyle cevaplıyordu: “Elbette akla dayanan bir toplum inşa etmek mecburiyetindeyiz…”. Cumhuriyet’in kuruluşunda da misyonu açıkladı: “Hayatta en hakiki mürşit (Yol gösterici) ilimdir, fendir…”.
O halde yapılması gereken nedir?
Yapılması gereken, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Size sesleniyorum… Unutmayın ki; en büyük savaş, cehalete ve gericiliğe karşı yapılan savaştır.”
***
Hayatta herkesin bir savaşçı olmak zorunda olduğu anlar vardır. Hayat savaştır. İnsan, hep savaş halinde olmalıdır yaşamla. Değilse insanın bu dünyada varlığı tartışılır. Cehalet ile savaş ise savaşların en kutsalıdır. Cehaletle savaşmak çok daha zordur. Ancak insanlığa yaraşır bir davranıştır.
Cehalet karaçalıya benzer. Karaçalı en sert dikenli ağaçtır. Bütün gövde tepeden tırnağa en ince dallara kadar kısa, üç köşe dikenleriyle sıvalıdır. Karaçalı; bal renginden karaya dönüşürken dikenleri de sertleşir, demir çivi gibi olur. Çalının kökleri tuhaf köklerdir; derinlere iner, kıvrım kıvrımdır. Bir karaçalıyı topraktan söküp atmak zor bir iştir. Yapışmıştır toprağa, ayrılmaz.
Cehalet de karaçalı gibi yapıştı mı insana topluma söküp atmak zor bir iştir. Ve toplumsal bir miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılır. Toplumsal mirasların en tehlikelisidir. Cehalet; nefret, öfke ve şiddet duygularını barındırır. İnsanlığın gelişmesinde önünde aşılması zor bir duvar gibi örülmüş duran nefret duygusunu, öfkeyi, şiddeti, yıkımı artırır ve insanlığın çok büyük felaketler görmesine neden olur.
Cehalet aslında her toplumun gizli düşmanıdır. Kültüre dönüşür ve sistemleşir ise, dışarıdan bakanların kolayca gördüğü sizin için görünmez olur. Bunun bütün kültürler için geçerli olduğunu söyleyebiliriz… Ne var ki, cehaletin kültüre dönüşüp sistemleşmesi bazı kültürlerde diğerlerine göre kolaydır ve daha kalıcı sonuçlar üretir. Söz konusu kültürlerde toplumlar kendi cehaletleriyle barışık yaşayıp gider, cehaleti teşvik eden kurumlar inşa eder, kariyer yolları yaratır ve cehaletin sürdürülmesini bir siyaset, hatta bir kimlik haline getirebilirler.
Söz konusu kültürlerde bilgi hiyerarşiktir ve ‘rehberlerden’ alt kademelere doğru rızaya dayanarak aktarılır. Rehberlerin dediğine itiraz edilmez, hatalar gizlenir, yüzleşilmez ve yanlışlar itiraf edilmez… Rehberlerin cahil olması durumunda cemaat de hızla cehalete meyleder; cehalet solunan hava gibi onları kuşatır, büyülü bir örtü misali sarıp sarmalar ve dışlarındaki gerçeklikten uzaklaştırır. Birlikte aynı kalıpları tekrarlar, ritüel oluşturur, irşad olur(müminleri dinî görevlerini yerine getirmeye çağırır), düşünmemenin yarattığı boşluğu dünyevi dualarla doldururlar.
Aydınlanma savaşçısı Prof. Dr. İhsan Arse, “… Cehaletin iktidar olması ne kerte korkonç bir tehlikeyse ‘iktidarın cehaleti’ de o kerte bir felakettir” diyor. Onun Cehaletin İktidarı adlı kitabına yazdığı sonuşta Muazzez İlmiye Çığ, “Tanrı’nın verdiği aklı kullanmayıp şeriat peşinde koşan toplumların sonu yok olmaktır” diye uyarıyor.
***
Mustafa Kemal’e göre milli eğitim politikasının temeli, cehlin (cehaletin) ortadan kaldırılmasıydı. Mustafa Kemal, şöyle bir açıklamada bulunmaktaydı: “Halkımıza okumak, yazmak, yurdunu, milletini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafi, tarihi ve ahlaki bilgi vermek ve matematik esaslarını öğretmek ilk hedefimiz olmalıdır.”
Atatürk’e göre eğitim, her şeyden önce milli olmalı, Cumhuriyetçi kuşaklar yetiştirmeliydi. Eğitim laik olmalıydı. Ancak dini etkilerden uzak bir eğitim, Türkiye’yi çağdaş uygarlığa taşıyabilirdi.
Ama ne yazık ki bugün ülkemizde – zorunlu din dersi uygulaması ve dindar ve kindar neseller yetiştirme çabalarının nasıl bir felakete yol açtığı ortada iken, Milli Eğitim Şûralarının çağdışı “okulöncesi eğitim” kararın alınabilmiş olması – akıl üzerine bina edilen ‘Aydınlanma’ düşüncesine karşı bir bakışın sözkonusudur. Bizim muhafazakar camiada ne zaman “Aydınlanma”dan söz açılsa, Reformasyon, Descartes, Kartezyen felsefe, Locke, Voltaire, falan filan diye epey bir klişe laf söylendikten sonra, Batı ahlâken iflâs etmiştir, ifsat edicidir, bu yüzden de sapkınlık içinde çökmekte olan bu Batı medeniyetinden uzak durmak lâzımdır gibi argumanlarla konu basbayağı şeytanlaştırma noktasına bağlanıyor.
Ve bizler, karaya yaklaştığımızı haber veren deniz kuşların havalanmalarını bekliyoruz. Yakında, gözcünün yüzyıllardır beklediğimiz, “Kara göründü!” müjdeli sesini duyabilecek miyiz? .
Antakya Lisesi Orta 2’de (1961) Türkçe öğretmenimiz M.A. Ersoy’dan “Ey Yolcu, Uyan!” adlı şiirinden şu dizeler bize ezberletmişti: “Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz; / Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz. / (…) / Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha / Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vaha!”
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Pazar 26 Kasım 2023