Yeni bir ders yılının başındayız.
Ziller yeniden çaldı.
Bu yeni ders yılında da çoğu öğretmenimiz 35-60 kişilik sınıflarda derslerini vermek zorunda kalacak.
Yine kentlerimizin çoğunda çocuklarımız, televizyon, video, bilgisayar, tepegöz olmadan, resim atölyelerini, dil laboratuarını, fen laboratuarını görmeden, kütüphane bulamadan ders yılını geçirecekler.
Bu yıl tartışmalara bir de TEOG katıldı. Öğrenciler, veliler tedirgin bir bekleyiş içinde. Bunun yerine ne gelecek diye.
Yeni bir ders yılına girdiğimiz bugünlerde, sınav stresi kalmadığına göre, eğitimin “olmazsa olmaz”ları arasında yer alan “okuma alışkanlığı” konusuna değinmek istiyorum.
Üzülerek söylüyorum, öğrencilerimiziz okumuyor, velilerimiz, öğretmenlerimiz okumuyor… Okullarımızın çoğunda kitaplık vardır. Bu kitaplıklarda binlerce kitap el değmeden bekliyor. Bir öğrenci okuma alışkanlığı kazanmadan temel eğitimi, liseyi, hatta üniversiteyi bitirebiliyor. Çocuklar için temel kitap sayılan İki Yıl Okul Tatili’ni, Küçük Prens’i, Sait Faik’in Son Kuşlar’ını, Robinson Crusoe’yi , Çalıkuşu’nu…. okumayan çocuklarımız çoğunluğu oluşturuyor. Oysa kitap okuma, her insan için yaşamsal bir gereksinimdir.
Eğer bir insan okuma alışkanlığı kazanamamışsa bunda hem aile hem de okul sorumludur. Evde anne-baba, okulda öğretmen bu konuda iyi örnek olamıyorsa, çocuk bu alışkanlığı nasıl kazanabilsin? “Görgülü kuşlar, gördüğünü işler” diye bir atasözümüz vardır. Kuşlar bile gördüğünü yapıyor. Annesi, babası, öğretmeni okumayan bir çocuk nasıl okusun ki?
Ünlü edebiyat araştırmacısı Cevdet Kudret: “Okullar, okuma alışkanlığı kazandırabilirse başka hiçbir şey kazandırmazsa da olur.” demişti. Büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç 13.12.1943 tarihli, bütün Enstitü müdürlerine yazdığı mektubun bir yerinde şöyle der: “Enstitülerin çoğunda öğretmenleri, öğrenciyi tatmin edecek şekilde, kitap okumaya hevesli görmedim. Türkçe öğretmenlerinden bazıları bile istenilenden çok az kitap okumaktadır. Bu durum öğretmenin şahsından ziyade öğrencilerin, enstitünün zararınadır. Okuma isteği kıt öğretmenlerin çoğunluk teşkil ettiği enstitülerde hayat basitleşmekte, durgun ve sıkıcı bir manzara göstermektedir.” Köy Enstitüsü çıkışlı bir başka değerli yazar Mahmut Makal anlatır: “Ben öğrenme sevincinin ne olduğunu Köy Enstitülerinde gördüm. Hiç unutmam. On sene kadar oluyor, bir gün Ankara’nın yanı başındaki Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gitmiştik. Burada gördüklerimin yalnız birkaç sahnesini size anlatacağım. Okulun koca baş hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde bir kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduklarını nasıl kavradıklarını da ertesi günü oynadıkları piyeste gördük. Ben ömrümde bu kadar güzel tiyatro seyretmedim dersem eş dost gücenmesin.” Köy Enstitüsü’ne okuma alışkanlığı olmadan gelen köy çocuğu, Tolstoy’u, Gogol’u, Gorki’yi, Zola’yı okumayı alışkanlık haline getirebiliyor. Koyunları otlatma sırası kendisine gelen kız çocuğunun çıkınında ekmekle birlikte Antigone bulunabiliyor. Kitaplar enstitülerin ayrılmaz bir parçasıydı. Öğrencilere yaz- kış, her gün, birer saat özgür okuma saati verilirdi. 15 günde bir, her öğrenci okuduğu kitabı okul öğrencilerine, öğretmenlerine tanıtırdı.
Yaşam, okudukça anlam kazanır. Önce kendimiz okuma alışkanlığı edinelim, sonra öğrencilerimize okuma alışkanlığı kazandırıp onlara okumayı sevdirelim. Eğitimin en ağırlıklı yanı budur. Kitapları görerek, kitapları göstererek yeni ders yılına “merhaba!” diyelim.