OMUZLARIM DÜŞÜK, BAŞIM EĞİK

Temmuz 2024, Eskişehir 6 Şubat depreminden beş gün sonra, Antakya’dan Eskişehir’e ailecek geldiğimizden, birkaç yazımda söz etmiştim. Defalarca bu tekrarı yapmak benim de canımı sıkıyor ama bu yazıyı kotarmam için böyle bir girişe ihtiyacım var (dı). Depremden sonra yüzlerce, binlerce sorun varken birazdan yazacağım birkaç ayrıntı için, bazılarınızın, “Yuh be! Dikkat çekecek başka bir şey […]

Temmuz 2024, Eskişehir

6 Şubat depreminden beş gün sonra, Antakya’dan Eskişehir’e ailecek geldiğimizden, birkaç yazımda söz etmiştim. Defalarca bu tekrarı yapmak benim de canımı sıkıyor ama bu yazıyı kotarmam için böyle bir girişe ihtiyacım var (dı). Depremden sonra yüzlerce, binlerce sorun varken birazdan yazacağım birkaç ayrıntı için, bazılarınızın, “Yuh be! Dikkat çekecek başka bir şey bulamadın mı?” dediğinizi, duyar gibiyim. Olsun, her şeye rağmen bu gezegenin en önemli ve en vazgeçilmez türü değiliz. Bitkisiyle, hayvanıyla, türünü bilmediğimiz başka canlılarıyla… onlar da var. Var oğlu varlar! O zaman onları da konuşacağız, onları da düşüneceğiz.

6 Şubat depreminden önce Antakya’da iken, çöp konteynerlerine çöp atacaksam, bir-bir buçuk metre mesafeden, “Pıst!” diye seslenirdim. Kedi varsa çıkar, ben de rahatlıkla çöpümü atardım. Nazikâne bir şekilde kovulan kedi, bir-iki dakika sonra yeniden eski yerine dönerdi.

Eskişehir’de de çöpleri konteynere atmadan önce, sesleniyordum: “Pıst!” Ama heyhat, ben boşluğa sesleniyormuşum. Bir yıl içinde belki de 200-300 kez çöp attıysam, bir kedinin kontey-nerden fırladığını görmedim. Bu durum beni hem hüzünlendiriyor, bir o kadar da sevindiriyordu. Sarmaş dolaş zıt iki duygu! Hüznümü konteynere atıp uzaklaşayım diyordum ama nafile. Bir kement gibi boynuma yapışıyordu hüzün. Antakya’dayken dışarıda, sokaklarda dolaşan pek çok kedi; Eskişehir’de ise tek tük. Daha çok sahiplenilmiş kediler var.

İnsanoğlunun evcilleştirdiği, en kadim ve en dost iki hayvandan biri kedi. Ya köpekler? Onlar da öyle. Kediler gibi en eski ve en yakın dost! Eskişehir’de, dışardaki köpek yoğunluğu, kedilerden katbekat yüksek. Çoğu küpeli, huzurlu. İnsanlarla o kadar kaynaşmışlar ki, bir durakta tramvaya biniyorlar, sekiz-on durak sonra iniyorlar. Kimse karışmıyor, müdahale etmiyor. Sokaklarda, caddelerde sağda solda yerde uzanmış veya uyumakta olanlarına rastlıyorsunuz. Pek çoğu tok. İnsanlar ve belediye bir şekilde onları doyuruyor. Her yer kedi ve köpek maması dolu.

Zaman zaman mahalle içinde yürüdüğüm oluyor. Özellikle geceleri korunması gereken büyük bir tesis varsa, mutlaka köpeği oluyor ve ben o tesisin yanından geçtiğim an, zincirli bir köpek göğü yırtarcasına havlıyor. Köpek, iyi ki de zincirli. Zincirinden kurtulsa, parçalayacak beni. Bir ara gündüz vakti, iki tesisin arasından geçiyordum. Bir sağdan, bir soldan havlamalara maruz kalınca, sokağın ortasından yürümeye başladım. Benden bir zarar gelmez onlara ama neden anlamıyorlar ki, şaşırıp kaldım doğrusu.

On iki yaşındaki kızımı, genellikle sabah okula bırakan ve akşam okuldan alan benim. Bırakışlarımın öyle aman aman bir özelliği yok. Cuma günleri alışlarımın değişik ve ilginç bir özelliği var: Havalar soğuk ve kapalıysa İstiklal Marşı sınıflardan okunuyor. Hava açık ve soğuk değilse, öğrenciler okulun önündeki bahçede toplanıyor. Okulun bir köpeği var. Gündüzleri kulübesinde veya ona ayrılan tel örgülü bahçesinde. Teller bayağı yüksek. Oradan atlayıp insanlara zarar vermesi mümkün değil. İstiklal marşına başlandığı an, köpek kulübesinden çıkıyor ve kafasını havaya –aslında göğe demem gerek– dikip kendi diliyle İstiklal Marşı’nı okuyor. Marş bitene kadar, “hazır ol” vaziyetinde duruyor. Beden şeklini asla bozmuyor. Ne zamanki marş bitiyor; vazifesini yapmış olmanın sevinciyle, kuyruğunu defalarca sallayarak kulübesine dönüyor.

Sebebini tam olarak çözmüş değilim ama gözlerimin önünde bir yaş perdesi, orayı tek ettiğimde karmaşık ve tuhaf duyguların esiri oluyorum. Bir zamanlar ben de öğrenciydim ve yüzlerce kere İstiklal Marşı’nı gururla okumuştum. Geçmiş, geleceğe akıyor. Şimdi oluyor. Biz geçip giderken, göçerken, tam olarak çözemediğimiz, “güzel mi, çirkin mi, kötü mü” diye karar veremediğimiz dünyayı çocuklarımıza, torunlarımıza bırakıyoruz. Ve de canını okuduğumuz ve halen okumakta olduğumuz dünyanın kalan diğer canlarına: Kedilere, köpeklere, diğer hayvanlara, bitkilere…

“Başım önde, omuzlarım dik!” oradan ayrılıyorum demek isterdim ama ne yazık ki, “Omuzlarım düşük, başım eğik!”

Exit mobile version