Ordu çökerse önce savaş kaybedersin, ne vatan kalır ne makam

En eski Türk Devleti olan Hun İmparatorluğu’nun başına geçen Mete, ilk düzenli orduyu M.Ö. 209 yılında kurdu. M.Ö. 209’da kurulduğu kabul edilen Türk Ordusu, 2.226 yıllık köklü bir tarihe sahiptir. Tarihte ordu halk, halk ta ordu gibi yaşardı. Atatürk: “Ordu, milletin bir parçasıdır.” “Milli Ordu, millet birliğinin ve devlet varlığının en göze çarpan temsilcisidir.” “Ordumuz, […]

En eski Türk Devleti olan Hun İmparatorluğu’nun başına geçen Mete, ilk düzenli orduyu M.Ö. 209 yılında kurdu. M.Ö. 209’da kurulduğu kabul edilen Türk Ordusu, 2.226 yıllık köklü bir tarihe sahiptir. Tarihte ordu halk, halk ta ordu gibi yaşardı.

Atatürk: “Ordu, milletin bir parçasıdır.” “Milli Ordu, millet birliğinin ve devlet varlığının en göze çarpan temsilcisidir.” “Ordumuz, Türk Birliğinin, Türk Kudret ve Kabiliyetinin, Türk Vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.” diyerek Ordu ile Milleti bir tutmuştur. Yine Atatürk, Ordunun siyasetin dışında tutulması gerektiği ilkesini her fırsatta vurgulamış ve uygulamıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK), siyasetin dışında tutulması konusu kanunla da düzenlenmiştir. Türk Ulusu, işte bu özellikleri taşıyan Türk Ordusu’na her zaman güvendi ve kendisinden bir parça olarak gördü.

Savaş bir sanattır. Ordunun savaşa hazırlanması, eğitilmesi hem bir matematiktir hem de bir sanattır. Ordunun asıl vazifesi olan bu sanat alanına, dini hükümlerin etkin kılındığı dönemlerde, önce ordu çökmüş ve ardından devlet yıkılmıştır. Arap dünyasının 1948’de kurulan İsrail’e karşı ciddi bir varlık gösteremeyişi; 1967, 1973 Arap-İsrail savaşında Arapların güçleriyle orantılı şekilde karşı koyamayışları bundandır. Silaha Rusya’dan daha fazla para harcamasına rağmen, Suudi Arabistan’ın güçlü bir ordu oluşturamamasının asıl nedeni budur.

Rahmi Apak, “Yetmişlik Bir Subayın Anıları” adlı kitabında, Balkan Savaşı sırasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyordu: “Bir yerde, küçük bir sırt üstünde yedi sekiz subayın daire şeklinde bir şeyler yaptıklarını gördüm, hayvandan inerek onların yanına sokulduk. Subaylardan birisi Kur’an’ı ortasından bir iple bağlamış, bu ipe bir anahtar geçirmiş, mukaddes kitabı çeviriyor sonra bırakıyor. Yedi sekiz defa bükülmüş olan ip dolayısıyla bu defa geriye dönen ve sonra sağa sola ufak hareketler yapan Kur’an, nihayet kuzey istikametinde durunca kitabı çeviren subay: ‘İşte, kitabın gösterdiği istikamet, bizim için hayırlı olacak istikamet burası, yani Loşna istikameti. Cavit Paşa’nın bulunduğu yer’ dedi. Meğerse bu subaylar yarım saatten beri hangi istikamete gidilmesi gerektiğini tartışmışlar… Loşna’da Cavit Paşa’ya katılacak olurlarsa Sırplılara teslim olacaklarını ve Sırplıların ise, Türk askerine iyi davrandıklarını; hâlbuki Ordu Komutanı’nın emri gereğince Fiyeri’ye gidecek olurlarsa Yunanlıların Türk esirlerini öldürdüklerini tartışıp durmuşlar. Kur’an falına başvurmaya karar verilmiş. Sonuçta, bu gruptan beş subay Kur’an falının gösterdiği istikamette (Ordu Komutanı’nın emrinin tersine) yola çıktılar, diğer iki subay da ordunun talimatına göre Fiyeri’ye gitmek üzere bize katıldılar… Çok şükür ne Yunanlılar ne de Sırplılar, Türk Ordusu’nun sığındığı bölgeye ilerleyemediler…”(1)

İşte, ordu komutanının emirlerini savaşta bile yok sayan bu zihniyet, Balkan faciasını ve Osmanlı Devleti’nin sonunu böyle hazırladı. Orduda savaş kurallarıyla, harp sanatının yerini dini hükümlerin ve siyasetin alması sonucu, Balkanlar elden çıkmış ve 600 yıllık Osmanlı Devleti yok olmuştu.

Mustafa Kemal Atatürk’ün yarbay rütbesinde, Askeri Ataşe iken 1914’te Sofya’da yazdığı ¨Subay ve Komutanla Söyleşi¨ kitabında: “Ordunun can damarı olup birçok geleneklere bağlı olarak gelişen ve tam olgunlaşan askeri disiplin duygularını bugün Osmanlı Ordusu subayları içinde, gerçek anlamda görmeği istemek, insanın ruh halini bilmemek demektir.”(2) ifadesi, Balkan Savaşı sonrası askerlik sanatından uzaklaşmış, siyasete ve dini hükümlere yönelmiş Ordu’nun acıklı durumunu yansıtıyordu. O Ordu, Atatürk’ün doğduğu şehri, Selanik’i tek kurşun atmadan düşmana teslim etmişti.

Türkiye’yi yakından izleyen Pakistanlı aydınlar: “Bizde de her şey böyle başladı… Eskiden Hindistan’la yarışıyorduk. Şimdi onlar uzaya gidiyor biz ortaçağa geri döndük” diyorlar. Pakistan’ın Afganistan sınırı kontrol edilemez durumda. Siyasi İslamcılık, Pakistan ordusunda ve diğer devlet kurumlarında yaygınlaştı. Silahlı kuvvetlerin yaşamında dini hükümler etkili olmaya başladı. Suudi Arabistan’la gelişen askeri ilişkiler yüzünden, orduda Suudi Vahabi etkisi arttı. Taliban’a karşı savaşan Pakistan F-16 uçakları, Pakistanlı subaylarca kundaklanacak kadar orduda radikal cihatçı eğilim kökleşti. Bazı yüksek rütbeli Pakistan subaylarının radikal İslamcı örgütlerin üyesi olduğu ortaya çıktı. Dini hükümlerin daha da etkin kılınarak, Pakistan’ın büyüyebileceği yönündeki düşünceler orduda ağırlık kazandı. Pakistan ordusu radikalleşti. Orası Pakistan, bizim sistemde böyle bir şey olmaz mı dediniz? Çok sayıda generalin, binlerce subay astsubayın askerlik andına ihanet ederek FETÖ’cü olabileceğini de düşünmemiştiniz.

Hain Darbe Girişimi sonucunda, FETÖ’nün neden olduğu en büyük yıkım, TSK’da ve devlette liyakat sisteminin çökmesidir. Balkan Savaşı bile bu kadar zarar vermemişti Türk Ordusu’na. Liyakat sisteminin etkin kılınması, Cumhuriyet Ordusu felsefesine dönülmesi, devletin devamlılığı açısından yaşamsal önemdedir. TSK’nın yeniden yapılandırılması çalışmalarının sürdüğü bu dönemde, siyasetin ve dini hükümlerin etkin kılınmasının milli felakete yol açacağı tarihin sayfalarında canlılığını henüz yitirmedi. Askerlerin yükselme sisteminin sivil otoriteye bağlanması da, askerlik sanatından uzaklaşmayı hızlandıracaktır. Durumun ciddiyetini henüz kavramadınız? Tarihin hükmü: Ordu çökerse, devlet yıkılır, ne vatan kalır ne makam. ¨Tarih tekerrürdür derler, ibret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi tarih.¨…

(1) Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Anıları, TTK, 1988.

(2) Zabit ve Kumandan ile Hasbı-Hal, Genelkurmay ATASE Yayınları, Ankara 2010.

Naim Babüroğlu naimbaburoglu@gmail.com

Exit mobile version