- Yüzyılın en etkili Alman şairi Bertolt Brecht, “Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirinde, ortak emek ve mücadeleyle sağlanan başarıların hep “büyük adam”ların hanesine yazılmasını sorgular. Peki, ya başarısızlıklar? Başarısızlıklar sadece “büyük adam”ların suçu mudur? Tam da burada, aynı dönemin bir başka Alman yazarı Heinrich Mann imzalı Tebaa adını taşıyan (Fr. : “Le Sujet de l’Empereur”) romana değinmemiz gerekiyor.
Heinrich Mann, Tebaa’yı 1914’te tamamlar. Roman, 1888 senesinde Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’in katkısıyla Alman İmparatoru olan ve daha sonra uzun süre dostluk ilişkisi kurduğu II. Wilhelm dönemi otoriter kişiliğin sıradan insanlar tarafından nasıl taklit edildiğini ve düzenin hiyerarşisinin bu sayede nasıl yeniden üretildiğini canlı bir biçimde betimleyen ve başyapıtı olarak taçlandırılan bir sunumudur. Alman toplumunun alelade bir karakteri olan, eserin kahramanı Diederich Hessling‘in hayat hikâyesi üzerinden 19. yüzyıl şafağındaki Kayzer (imparator) Almanyası’nın toplumsal ilişkilerini gözler önüne seriyor. “İtaatkâr, korkak, sinik, medeni cesaret yoksunu, konformist bir iktidar destekçisi” yani kraldan çok kralcıların ipini pazara çıkaran Hessling, romanda, bir yandan başkalarına acımasızca şiddet uygulamaktan başka yeteneği olmayan ve Kayzer Almanyası’nın o boğucu hiyerarşik ilişkileri sayesinde güce erişmiş bir zorba, diğer yandan egemen toplumsal ilişkiler tarafından yaratılan ve bu gayrişahsi bütünden, acımasız ve insan onurunu hiçe sayan bu mekanik organizmadan muzdarip bir tebaa olarak tasvir edilir. Burada ezilenin ezen olma yönündeki güç istenci artık doruktadır. Hessling‘in siyasi, ticari yükselişi için rakiplerini bastırması, işçileri susturması, kendisini tekleştirmesi gerekmektedir. İç düşmanlar vardır; iç düşmanlara karşı ya Kayzer’in yanındasınızdır ya da düşmanların. Öyle ki “iktidar, hukuktan önce gelir”.
Kayzer’i taklit eden Hessling, kendi “tebaa”sına, işçisine, ona bağımlı olduğunu hissettirmek istediği her kesime şöyle seslenir: “Göreviniz beni öncelikle iç ve dış düşmana karşı korumaktır.”
***
Din, milliyetçilik, temsili demokratik mekanizmaları hedefe koyan otoriterlik, askeri bir itaat ve silahlanma düzenine bel bağlama dörtlüsü Kayzer’in siyasal bedeninde nasıl kaynaşıyorsa, mikro ölçekteki sıradan adam olarak Hessling’in hayatında da artık bu dörtlü kaynaşmaktadır. Kayzer’in tek adam düzeni, tek adam sayesinde değil, kendisine itaatten vazgeçmeden küçük birer Kayzer olmayı, bulundukları her yapıda, kurumda, yerleşimde bu ikili iktidar yapısını yeniden üretmeyi görev edinmiş sıradan adamların sırtında yükselmekte, onlar sayesinde meşruluğunu genişletmektedir. Romanın sonlarına doğru bu olgu, Hessling’in düşüncesi aracılığıyla nefis biçimde aktarılır: “Ezmek isteyen, ezilmeyi göze alacaktı; iktidarın sarsılmaz yasası buydu.” Demek ki otoriter tek adam rejimleri bütün ezme kudretini kendisinde toplamaz; pay eder, ortaklarını çoğaltır. Kendisine koşulsuz itaat olsun, yeter. Fabrikada, üniversitede, bakanlıkta, yargıda fark etmez. Herkes, yukarıya itaat sayesinde elde ettiği konumu korurken eşzamanlı olarak da kendi tebaasını yaratmanın ve ezmenin peşindedir.
Bu durumda, farklı düşünenleri “millet düşmanı” ilan etmek; bu sayede Kayzer’i koruyor gibi görünürken kendi etki alanını, para birikimini, makam mevki edinimini genişletmek bir kandırılma durumu değildir. Burada bilinçli bir çıkar ortaklığı vardır. Bunu onun sayesinde başardıklarına göre, onun gidişinde kendi gidişlerini de görmektedirler. Çıkarlar bu nedenle iyiden iyiye iç içe geçer. İktidar olgusunun bu sunumu bize çok şey öğretir.
Mann‘ın Birinci Dünya Savaşı’nın arefesinde kaleme aldığı, ancak hemen yasaklandığı için ilk baskısı 1918 yılında yapılabilen bu kitabı okuyan biri, yıllar sonra Hitler’in iktidara gelişini, bunun toplumsal köklerini görebilirdi. Öngörülü aydının tutumu öncü uyarı tabelasından anlaşılıyor.
***
Roman, içerik ve yazıldığı döneme ilişkin tipik özellikleri bir yana bırakılırsa, betimlediği ilişkiler ve toplumsal-siyasal atmosferiyle günümüz Türkiye’sinde yazılmışçasına aktüel bir metin.
“O zamanlar olduğu gibi, hâlâ bile müesses düzen, Alman’dan aldı ve Alman’a verdi: Ondan bireysel özgürlüğünü aldı ve ona başkaları üzerinde tahakküm kurmayı verdi. Hepsi uysal uysal tahakküm altına girmeyi kabul etti, tek başkalarına hükmedebilselerdi! Ve hükmettiler. Polis yayaya, astsubay acemi ere, kaymakam köylüye, çiftlik kahyası rençpere, memur kendisine işi düşen vatandaşa hükmetti. Ve herkes, her zaman sadece böyle bir makam, böyle bir mevki elde etmek için çırpınıp durdu elde ettiğinde de gerisi kendiliğinden geldi. Geriye kalan, itaat etmek, yönetmek, hükmetmek ve emretmekti.”
Artık, taşralısıyla şehirlisiyle bütün şark, garp, cenup, şimal kurnazları biliyor ki 21. yüzyılda içinde bulunduğumuz bu devir hâlâ 1910’lu yıllarda Heinrich Mann’nın romanda o söz ettiği bir devir. Ahlaki ve etik değerleri büyük ölçüde kaybetmiş; çıkarcılık, bireycilik, rüşvet ve yolsuzluklar doğal kabul edilir hale geldiği bir devir. Birileri hak etmeden köşe döndüğü ve zenginleştiği bir devir. Yapmayanın ayıplandığı devir, dürüst olanın kendine güldürdüğü devir. Devir öyle bir devir ki ne yaparsan yap; zaten daha büyüğü, daha ayıbı daha utanmazcası yapılacağı için arada kaybolacağın bir devir. Her suç işleyenin işlediği suç, yapmış olduğu haksızlık, yolsuzluk yanına kâr kalmış; kimsenin hesap soramayacağı, hatta istersen bir de – siyasetçilerden sanatçılara, gazetecilerden sivil insanlara kadar pek çok alanda – hesap soranı yargı sopasıyla hesaba çekebileceğin harika bir devir. Üç gün laf edildikten sonra unutulup gideceğin devir. ‘Yarın devir değişirse’ diye dert etmeyeceğin; zira kabardıkça kabaran utanmazlar listesinde esamenin okunmayacağı bir devir.
Bu devirde zincirin parçası olmak, akışa kendini kaptırmaktır. Baskıcı iktidarların bu anlayışını mikro ölçekte, kişilerin küçük birer Kayzer gibi davranma cesareti gösterdiği her alanda geriletmek, bunun için mücadele etmek ise akışa karşı koymaktır; demek ki mesele sabahtan akşama kadar bir kişinin ne dediğiyle ilgilenmek değil; yaşanılanlardan rahatsız olanların ve gelecekle ilgili kaygılanan herkesin, kurum ve kuruluşların; Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve demokrasinin gerçeklik kazandırılması ve adaletli bir düzen amacı etrafından bir araya gelip, otoriter iktidarın toplumsal yeniden üretim kanallarını demokratik temelde dönüştürmektir.
Çağdaş, özgürlükçü, refah içinde mutlu bir yaşam için her şeye rağmen korkmadan, yılmadan emek vermemiz lazım. Çağdaş yaşam için yurttaşlık bilinci ve sorumluluğuyla hareket etmeliyiz.
Çözüm, “çözüm bensiz olmaz diyebilmekle” başlar
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Salı 11 Șubat 2025
YORUMLAR