Akademisyen-Hukukçu Neval Oğan Balkız, bugün gelinen noktada, özgürlüklerin Türkiye tablosunda kalan kısmına dair herkes için bir resim çizdi. Çizdiği resim kimilerinin hoşuna gitmeyecek belki ama, gerçeğin kıyısında duranlar için söylenecekler çok fazla değişmiyor. O yüzden sorularımız net, aldığımız cevaplar da…
Hatay ve Adana’da ‘durdurulan’ ve durdurulması ile beraber ‘fırtınalar’ koparan Mit Tırları’na dair dava ve davanın son duruşması sonunda CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun aldığı 25 yıllık hapis cezası ile başlayan ‘adalet’ tartışmaları, Türkiye’de aslında çok uzun zamandır devam eden bir tartışmanın başka bir boyutu olarak sokağa taşmış durumda. Peki, sadece Adalet mi? Hayır… Özgürlükler ve insan hakları da… OHAL ile başlayan yeni sürecin yarına dair oluşturduğu sorular da…
İşte eldeki tüm bu birikenler adına, Akademisyen ve Hukukçu Neval Oğan Balkız ile konuştuk. Hem Türkiye’yi, hem Hatay’ı… Sorularımız mı? Net… Aldığımız cevaplar da!
>Bir dönem 12 Eylül Anayasası yerine daha özgürlükçü bir Anayasa umudunda olanlar, sanırım bugünün Türkiye’sinde birçok şeyi ertelemek durumunda kaldılar. Eldeki tabloya ve rafa kalkan beklentilere, bir hukukçu olarak siz ne eklersiniz?
Türkiye’de, 12 Eylül Anayasası’ndan bugüne gelinen süreçte toplumun tüm dinamiklerinin istediği, temel hak ve özgürlükler anlamında; Çok daha ileri bir düzeye taşınmış bir ‘haklar’ güvencesi, hukukun üstünlüğü, hukuk devletinin eksiksiz bir şekilde oluşturulması, kurumsallaştırılması ve işletilmesi, aynı zamanda ‘kuvvetler ayrılığının’ mutlak bir şekilde hayata geçirilmesi ve laiklik ilkesinin toplumsal yapı içerisinde uygulanma alanlarının sağlanması idi.
Bu beklentiler, şu anda, belli halk kesimleri noktasında oluşan sessizlik karşısında rafa kalkmış değil. Halk, bu beklentilerini unutmuş ya da ertelemiş de değil. Halk, bu beklentiler çerçevesinde, ‘biriktiriyor’ diye düşünüyorum. Bir vazgeçiş değil, dediğim gibi, bu bir biriktirme süreci.
Bu talepler, şu an ki yaşadığımız süreçte askıya alınmış gibi gözükse de… Halk, toplumun sosyal, ekonomik, siyasal, tarihsel ve kültürel boyutunu kaplayan, toplumsal alanda hiçbir boşluk yaratmayacak şekilde kendi hegemonyasını kurmuş bir AKP Devleti İktidarı sürecinde, kendi taleplerinin tam tersi yönünde bir yapı inşa edildiğini, bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirildiğini, bu toplumsal dönüşümü kalıcı kılmak için atılan adımların ne olduğunu görüyor, biliyor, ancak kimi nedenlerle susuyor. Ancak bu suskunluk bir vazgeçiş değil, bir biriktirmedir.
Sorunumuz şu ki… Türkiye’de, toplumun çok değişik katmanlarında mevcut demokratik birikim, demokratik eylemlilik, bir araya gelme, sokağa çıkma, sokakta toplumsal talepleri demokratik yollarla ve yüksek sesle dile getirme, Olağanüstü Hal (OHAL) örtüsü altında bütünüyle yasaklanmış durumda. Bu taleplerin sokağa taşması’görünür’ olarak yasaklanmış olsa da, toplum, kendi gündelik yaşamı içinde bu talepleri ‘sessizce’ dillendirmeye devam ediyor. Bu talepler bitmiş değil. Bu taleplerin uğruna mücadele etme ruhu da ortadan kalkmış değil.
Tam tersine… Bu irade, toplumun şu an ki yılgın görüntüsü altında ‘örtülü’ vaziyette duruyor.
>15 Temmuz ve FETÖ noktasında durup da Türkiye’deki cemaatlerin iktidarla olan ilişkilerine yakından bakmamak sanırım olmaz… Sizce, cemaatlerin iktidar beklentileri FETÖ ile son buldu mu, yoksa bu, eldeki cemaat yapılanmalarının bir buzdağı hikâyesi mi?
Evet… Çok doğru bir noktadan temas ediyorsunuz. Çok doğru bir noktadan bakıyorsunuz. Türkiye’de tarikatların, cemaatlerin ya da farklı dini örgütlenmelerin iktidarla olan ilişkileri hiçbir zaman bitmedi. Şu an ortaya çıkan, bu ilişkinin farklı bir biçimi. Görünür hale gelen biçimi. Onun için şaşırıyoruz. Oysa biz tarihe baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemlerinden bugüne kadar bu ilişkinin hiçbir zaman bitmediğini, sadece biraz geri planda durduğunu, ama iktidarla olan ilişkilerinin ‘iktidarı paylaşmak’ anlamında nasıl geliştiğini, tarikat-siyaset-ticaret üçlüsünün nasıl olup da iç içe geçtiğini, bunların devlette nasıl yapılandırıldığını görüyoruz.
>Bugün değişen ne?
Bugün değişen… Devletin bütün kurum ve kuruluşuyla, hukukuyla, askerisiyle, yargısıyla, idaresiyle, teşkilatlanma yapısı içerisinde, tarikatların, ama bir fiil ‘tarikat’ kimlikleriyle ortaya çıktığını görüyoruz. Eskiden, kendi kimlikleriyle değil, yandaş oldukları ya da içinde bulundukları siyasi yapının adı, görüntüsü, amblemi ve söylemi içerisinde ortaya çıkıyorlardı. Ama şimdi, hem bir partinin içinde çok güçlü bir konumdalar, hem de bundan bağımsız olarak, devletin her türlü kurum ve kuruluşunda kendi kimlikleriyle var olma ve bunu söyleme durumu içerisindeler. Bu kadar güçlüler… Bugün farklı olan kısım bu… Yoksa tüm toplum kesimleri bilir ki, özellikle de 1950’den bu yana, ‘siyasetin emrinde bir din’ değil, ama ‘dinin emrinde bir siyaset’ istiyoruz. FETÖ, bu anlamda, gelecek dönemlere ilişkin sadece bir örnektir. O nedenle de, devletin ya da siyasetin din ve tarikatlarla ilişkisi ne FETÖ ile başlamıştır ne de FETÖ ile bitecektir.
>Türkiye’deki cemaat kalabalığına dair ne söylenebilir?
Bugün, siyasal anlamdaki analizlere baktığımızda, Türkiye’de çok etkin olan 44 cemaatten, tarikat-cemaat yapılanmasından bahsediyoruz. Devlet, ‘Parti Devleti’ şekliyle hareket ettiği sürece, bunların güçlenerek devam edeceğini düşünebiliriz.
>FETÖ’nün ‘öğretmen ayağı, asker ayağı, hakim ayağı, polis ayağı’ şeklinde ilerleyen bir süreç yaşandı ve on binlerce insan işlerinden el çektirildi. Peki, FETÖ’nün siyasi ayağına ne oldu?
Bu, kamuoyunu da çok meşgul eden bir soru. Üstelik herkesin cevabını da çok iyi bildiği bir soru. Ancak bu sorunun cevabı kimse tarafından sesli bir şekilde dillendirilmiyor. Herkes soruyu soruyor. Ancak herkes o sorunun cevabını da biliyor. Ama kimse bunu yüksek sesle dile getirerek, ‘Bunun gereği niçin yapılmıyor’ sorusunu sorma cesaretini kendinde bulamıyor. İşin asıl garip yanı da bu…
Biz, FETÖ’nün siyasi ayağının, AKP içinde, siyasal İslam örtüsü altında yürütülen politikaların içerisinde çok güçlü bir şekilde var olduğunu biliyoruz. Bunu sadece biz bilmiyoruz. Bu ülke, bugün AKP Genel Başkanı da olan Cumhurbaşkanı’nın bir fiil ağzından duydu. Ne demişti Erdoğan? “Aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz bu yapı…” şeklinde! Hatta “Ne istediler de vermedik” yönünde… Şunu da dile getirmişti Erdoğan… “Rabbim de milletim de bizi affetsin…”
Toplum ne kadar affeder bilinmez ama, siyasetin ve devletin FETÖ ve FETÖ gibi örgütlenmelerle hesaplaşması ve onlardan tamamen arınabilmesi adına, toplumun bu ‘arınma’ taleplerini yüksek sesle dile getirmesi ve gereğinin yapılmasını da iktidardan istemesi gerekiyor.
>Birçok konuda yazan ve konuşan bir Hukukçu ve Akademisyen olarak, kendi kelimelerinizden korktuğunuz ve acaba ‘ne olur’ diye kendi kendinize sorduğunuz ‘anlar’ oluyor mu?
Siz bu soruyu yöneltince, aklıma Dante’nin ‘İlahi Komedya’sı geldi. Zira ‘İlahi Komedya’nın bir benzerini şu an 21. yüzyılda yaşıyoruz. Dante, bu eserinde şöyle der: ‘Burada bütün kuşkular kovulsun. Ve burada, her türlü korku yok olsun…’ Dante’nin bu cümlesinde, Türkiye’nin üst üste birikmiş sorunlarının bir özeti var aslında. Net olan şu ki, bugünün Türkiye’sinde mevcut tüm korkuların ortadan kalkabilmesi için, tüm gerçekliğin ve gerçeklerin bilinmesi gerekir. Dante’nin söylediği de budur. Biz, ne zaman kuşkuları ortadan kaldırırsak, o zaman korkular da yok olur. İlahi Komedya’nın insanlığa söylediği budur.
Peki, ben, ‘acaba ne olur’ diye soruyor muyum? Hayır, sormuyorum. ‘Acaba ne olur’ diye sorduğunuzda, bu soruya vereceğiniz cevaplar karşısında ‘korku’ duymamanız mümkün değil. Bunu kendinize soruyorsanız eğer, bu, sadece kişisel olarak ‘kendinizi düşünüyorsunuz’ anlamına çıkar. O nedenle vereceğiniz her cevap, kişisel korkularınıza karşılık gelecek, ki bu da sizi durduracaktır. Bu da bir vazgeçiştir. Bu, geleceğinizden vazgeçmektir. Dönüşümden ve iyiden yana bir değişimden vazgeçmeniz anlamına gelir. Var olan koşullara biat etmeniz anlamına gelir. Kendi onurunuzdan, özgürlüğünüzden, haklarınızdan, insan olma bilincinizden vazgeçmeniz anlamına gelir. O yüzden de bu soruyu kendinize sormamanız gerekir.
Asıl sormanız gereken şey şu olmalı… ‘Biz, çağdaş bir demokraside, eşit haklarla, barış içerisinde, insan onuruna yakışır bir biçimde, kimseye biat etmeden, kimsenin kulu olmadan nasıl yaşayabiliriz? Bunun gereklerini yerine getirebiliyor muyum?” İşte bu soruyu sorduğunuzda, korkuyu değil, dayanışmanın gücünü hissederiz. Önemli olan da bu.
>’Yandaşlık’ kavramı için ne söylemek istersiniz, ki içi ne ile dolu bilinmeyen bu kavrama karşılık gelen kalabalıklar için nasıl bir profil çizersiniz?
Türkiye’de siyasal anlamda ‘yandaşlık’, ne yazık ki toplumu ve siyasal temelleri belirleyen bir unsur haline gelmiştir. Birileri kalkıp, ‘taraf olmayan bertaraf olur’ diyor ise, topluma dayatılan şey şudur… Ya benden yana olacaksın ya da bertaraf olacaksın! Bu anlamda bugüne baktığınız zaman, toplum, ‘AKP’den yana olanlarla AKP’den yana olamayanlar’ şeklinde ikiye ayrılmış durumda. Yandaşlığın boyutu bu noktaya varmıştır. Peki, burada neyi kaybediyoruz? Toplumsal adalet duygusunu kaybediyoruz. Toplumsal eşitlik duygusunu da… En büyük travma da budur.
Peki, bu durumdan kurtulmak mümkün mü? Evet, mümkün… Ama bunun için de, bizi , ‘yandaş olan’ ya da ‘olmayan’ şeklinde ayıran iradenin önüne geçmek ve çoğulculuk ilkesini yeniden kurmamız gerekiyor.
>Aslen Hataylısınız… Peki, Hatay’daki tabloya dışarıdan ve içeriden bakan biri olarak, gördükleriniz nedir?
Benim için Hatay, üç boyutludur. Geçmiş, bugün ve gelecek. Buna dair bir değerlendirme yaptığımda, Hatay’ın bugününde bir kaos görüyorum. Düşünsel ve ekonomik yapıda, gelecek beklentisi konusunda, Hatay toplumunda bir kaos düşüncesi görüyorum. Belki kaos çok daha vurgulu bir düşünce ama… Kaotik, belirsizlik, geleceksizlik ve biraz da ümitsizliğin hakim olduğunu görüyorum. Aslına bakarsanız, Hatay insanı, içinde bulunduğu koşullar çerçevesinde geleceğe dönük azimle bir şeyleri değiştirmeye dair inancını ve heyecanını kaybetmiş değil. Ancak bu ekonomik belirsizlik ve baskı, kültürel yaşama da etki ediyor. Bu anlamda, Antakya’daki kültürel ve sosyal yapının bir renksizliğe büründüğünü, kendi içindeki dinamiklerini ise yitirdiğini görüyorum. Hatay’ın, tüm bu sorunları aşabilecek bir potansiyele sahip olduğunu umuyorum.
>Twitter ya da Facebook hasaplarında artık bir şeyler paylaşmaktan iyice korkanlar olarak, bundan sonrası için bir tavsiyeniz var mı? Paylaşmaktan vazgeçelim mi? Ya da özgürlüğümüzden korkmalı mıyız?
Bugün itibariyle sosyal medya; İnsanların nefessiz kaldıkları ve özgürlüklerinin bu kadar ellerinden alındığı, kendilerini bu kadar kuşatılmış hissettikleri, gazetelerin tek tek kapatıldığı, gazetecilerin hapiste olduğu, her türlü düşünsel ifade özgürlüğünün ortadan kalktığı bir ortamda, seslerini birbirlerine duyurabilme ihtiyaçlarını karşılayan tek alan haline geldi. Bu, önemli bir fonksiyon.
Devletin, bugün, hukuk dışı bir mantıkla, Türk Ceza Kanunu’nun kendi cezalandırma mantığının da çok dışında, insanları ‘sosyal medya üzerinden yaptıkları paylaşımlar’ üzerinden cezalandırması, gözaltına alması, tutuklaması ise çok büyük bir hukuksuzluk ve çok büyük bir baskıdır. Peki, bunun karşısında ne yapmak gerekir? Bu baskıya boyun eğmemek gerekir. O anlamda finalimiz net! Özgürlüğünüzü savunun. Röportaj/Tamer Yazar