Ripley’i neden sevmeliyiz? 

Ripley Netflix’in son hitlerinden biri, Patricia Highsmith’in 1955 yılında yazdığı romanın uyarlaması. Hayatını dolandırıcılık üzerine kurmuş bir adamın sınırı aşmasını ve insan öldürmeye başlamasını anlatıyor kabaca. Film bir katilin gözünden anlatılmasına ve siyah beyaz olmasına rağmen 8 bölüm ağzımız açık izledik. Peki neydi bunun sebebi? Ripley’i neden sevdik? Kendimce öne çıkan nedenleri listelemeye çalıştım.     […]

Ripley Netflix’in son hitlerinden biri, Patricia Highsmith’in 1955 yılında yazdığı romanın uyarlaması. Hayatını dolandırıcılık üzerine kurmuş bir adamın sınırı aşmasını ve insan öldürmeye başlamasını anlatıyor kabaca. Film bir katilin gözünden anlatılmasına ve siyah beyaz olmasına rağmen 8 bölüm ağzımız açık izledik. Peki neydi bunun sebebi? Ripley’i neden sevdik? Kendimce öne çıkan nedenleri listelemeye çalıştım.  

 

  1. İçimizdeki karanlıkla yüzleşiyoruz: Bu hikayede kötü adam, yani Ripley aynı zamanda kahraman ve bu çatışma sayesinde zaman zaman kendimizi onunla özdeşleşme yaşarken buluyoruz. Adaletle oynadığı kovalamacada zaman zaman onun tarafını tutuyoruz. Sonra bunun sebebini düşünürken buluyoruz kendimizi. Acaba içimizde bir katil mi var?  

Raskolnikov baltasını ev sahibinin başına geçirdiğinden beri öldürme edebiyat ve sinemanın en önemli konusu, bu hepimiz potansiyel katil olduğumuz için değil, öldürmenin, suçun günlük hayatımızdaki karşılıklarıyla ilgili bence. Hiçbirimiz birini öldürmedik ama, sonradan bizi paniklere sürükleyen, “Eyvah ben şimdi ne yapacağım?” dediğimiz yerlere çok sürüklendik. Çocukken bakkaldan o sakızı çaldık mesela. Kabahatlerimiz içimizde büyüdü, yakalanmanın korkusunu yaşadık. İnsanoğlunun en derin azabı bu herhâlde; suç işlemek ve yakalanma korkusu. Suç ve Ceza bu yüzden büyük bir roman belki de.  

  1. Gerçek bir sanat eseri izliyoruz: Dizi Showtime için hazırlanmış ve çekimleri birkaç kez durmuş, ertelenmiş, en son Netflix de devreye girince tamamlanmış. İzlerken yaptıkları işin zorluğunu, özeni görüyorsunuz zaten. 60’ların İtalyasını yeniden yaratmışlar. Sanat yönetimi muhteşem. Dizinin herhangi bir sahnesindeki herhangi bir detaya baktığınızda etkilenmemeniz mümkün değil. Parlak bir fikir ve artık inandırıcılığını kaybetmiş yakışıklı / güzel ünlülerle çekilmiş işlerin sentetikliğinden uzakta,  50’li yılların günlük hayatına ait ayrıntıların bolca kullanılması -kahramanların devamlı mektuplaşmaları mesela-  bize gerçeği hissettiriyor, gerçeğin içinde ilerliyormuşuz duygusunu yaratıyor.   
  1. Ve çerçeveler... İtalya bütün devlet imkanlarını kullansa bu kadar iyi bir tanıtım yapamazdı herhâlde. Ülke dar yolları, her köşebaşında karşınıza çıkabilecek sanat eserleriyle adeta yaşayan bir masal dünyası gibi resmedilmiş. Siyah beyaz büyük bir riskken bu riske girilmiş ve dizinin kara film havasını güçlendiren, gerçeklik etkisini arttıran, adeta 50lerde çekilmiş bir belgesel gibi olmuş. Öyle anlar geliyor ki, katil ve dolandırıcı arkadaşımızla birlikte 50lerin ıslak, karanlık İtalya sokaklarında gezdiğimize emin oluyoruz.  
  1. Güvenle ilgili çok şey söylüyor film. Bir insana güvenmek nedir? Ne işe yarar? Hırs ve başarıyla ilgili çok şey söylüyor. Bunu “söylemeden” söylüyor tabii, tematik olarak, çıkardığınız sonuç olarak söylüyor. Zenginlerin hayatını yaşamak, buna özenmek, mutluluğun oralarda bir yerde olduğunu zannetmekle ilgili bir şeyler söylüyor. Bürokrasinin hantallığı, hatta aptallığıyla ilgili önemli şeyler söylüyor. Ve her iyi film gibi bunu sadece bir gerçekliği doğal akışında takip ederek, ya da bu izlenimi uyandırarak yapıyor.  
  1. Kahramanımızın hikayesi ilerlerken kıyısından köşesinden hep sanat değiyor hikayeye; Bir an kendimizi Caravaggio’nun hayatını incelerken, bir an Picasso’nun resminin ayrıntılarında buluyoruz. Freud’un tüm hafta sonlarını, Avusturya İtalya arasındaki uzun yolu gidip Michalengelo’nun Davut heykelini incelemekle geçirdiğini okumuştum bir yerlerde. Sanat kesinlikle sıradan hayatlarımıza ve hikaye anlatımına derinlik katıyor ve bunun da merkezi İtalya galiba.  
  1. Ve oyuncular... Bir kahramanımız var ki, -Andrew Scott- her an’ı bir gerilim şölenine dönüştürebiliyor. Müzik, reji, her şey onun bakışını güçlendirmek için tasarlanmış belli ki. Ve bir yargıya daha varabiliriz sanki buradan, sinema; görüntülerin sanatı, müziği kurgusu ve rejisiyle bir oyuncunun gözlerindeki anlama hizmet etmeli ve yerel deyişle ona kurban olmalıdır. Çünkü yazarın kelimelerinden başlayıp seyircinin kalbine giden köprü oyuncunun gözlerinin içinden geçer.  
  1. Ve gerçeği özledik. Sinemada gerçekçiliği, gerçek hayatın korkusuzca anlatılmasını özledik. Ülkemizde, sadece orta sınıfların aşk hayatı dışında bir hikaye yokmuş gibi uzun süredir kendimize bir körebe oyunu oynarken, bu hileli oyunda hiçbirimiz kazanamıyoruz. İçimizde -çok eskiden- gerçek sanatın, hikayeciliği deneyimlemiş, tadını almış, hala ölmemiş bir şeyler buna itiraz ediyor.  

Sinemanın çiçekleri sadece cesaretin bilgeliğiyle açar. Onu kandıramazsınız, hikayeciliği kandıramazsınız, cesaret bir şekilde sanatçılarımıza, yapımcılara geri dönmeli.  

 

Exit mobile version