RUH, BEDEN ve 6 ŞUBAT

     İnsanı; tüm canlılar arasında en zeki, en akıllı tür olarak kabul ediyoruz. Uygarlıkların çoğunda, bedenden ayrı bir ruhun (can, tin)  olduğu kabul gören bir görüş. Tanrıbilime göre (teoloji) ruh, bedenin ölümünden sonra kişinin varlığını sürdüren kısmı olarak kabul edilir. Beden somuttur, ruh ise soyuttur; gözle görülmez, elle tutulmaz, hissedilmez… Bir insan tıbben öldüğünde, […]

     İnsanı; tüm canlılar arasında en zeki, en akıllı tür olarak kabul ediyoruz. Uygarlıkların çoğunda, bedenden ayrı bir ruhun (can, tin)  olduğu kabul gören bir görüş. Tanrıbilime göre (teoloji) ruh, bedenin ölümünden sonra kişinin varlığını sürdüren kısmı olarak kabul edilir. Beden somuttur, ruh ise soyuttur; gözle görülmez, elle tutulmaz, hissedilmez…

Bir insan tıbben öldüğünde, bedensel tüm fonksiyonlar durur: Kalp atmaz, solunum yapılamaz, hareket edilemez… Doğru veya yanlış, katılırsınız veya katılmazsınız, beğenirsiniz veya beğenmezsiniz… ruh da bedenden ayrılmıştır. Yaşamını sürdüren bir insan, doğup büyüdüğü yeri herhangi bir nedenle terk ettiğinde, bedeni oradan ayrılır, uzaklaşır. Peki, ruhu orada kalabilir mi? Şüphesiz! Ne olursa olsun oradan tamamen kopması, neredeyse imkânsızdır.

Bebekler ve küçük çocuklar hariç, ölen hemen hemen herkesin, bu dünyada yapmak istediği onlarca, yüzlerce planı geride kalır. 6 Şubat Depremi’nde on binlerce insan öldü. Bedenler ve ruhlar ayrıldı. Yaşanan tarifsiz acıların yanı sıra yapılması planlanan sonsuz sayıda iş, plan yarıda kaldı. Bırakın yarıda kalmaları, bazılarına başlanamadı bile.

6 Şubat Depremi’nde binlerce insan ölmeden sağ salim çıktı. Bedenler ve ruhlar ayrılmadı. Çekilen tarifsiz acıların yanı sıra, planlanan, tasarlanan sonsuz sayıdaki iş, yine yarıda kaldı. Bu insanların çoğu yaşadıkları yeri istemeden terk etti. Doğa, basiretsiz yöneticiler ve yönetimler; onları göçe zorladı. Yaşadıkları yerden adeta kovuldular. Doğal olarak göç ettikleri yere uyum gösteremediler. Çünkü bu gidiş planlı değil, zoraki bir gidişti. Bir bebek doğduğunda, doğduğunun farkında değildir. Şimdiki bilgilerimiz dâhilinde öyle kabul ediyoruz. Ama depremden çıkmış, ölmemiş, ölümü teğet geçmiş bir depremzede yeniden doğduğunun bilincindedir. Ve bu doğumun, yeni doğan bir bebeğin doğumundan çok daha ağrılı, çok daha acılı, çok daha sancılı olduğunun ayırımındadır. Yapamadığı, ya da başlayamadığı sayısız işe ek olarak yenileri eklenmiştir. Hayata, sıfırdan yeniden başlayacaktır. Üstelik canlı cansız pek çok kaybı vardır. Sil baştan başlayıp yapacağı ve üreteceği yüzlerce işi, sağlam olmayan bir kafayla ve ruh haliyle yapacaktır. Gittiği yer her ne kadar kendi memleketinin bir parçası olsa da, kimse sevinerek ona kucak açmamıştır. Kucak açanların, evine kabul edenlerin çoğu; gördükleri eğitimin ve mantığın gereği, insani gerekçelerle böyle hareket etmişlerdir. Yoksa onların da konforu bozulmuş, hayat kaliteleri düşmüştür. Haksız da değiller hani. Düşünsenize bir çekirdek ailenin yaşadığı yere, 15-20 kişinin aynı anda doluşmasını ve günlerce orayı terk etmemesini… Özetle kucak açılmış, mekâna kabul görmüş olsalar bile; bu kucak açma, bu kabul görme samimi ve içten değil, kerhendir.

Beden, akıldan geçirilmeyen bir yere göçüp gitmiş ama ruh beraberinde götürülememiştir. Ruh, yaşanan yerde kalmıştır. Ölmeden (güya ölmeden), canlıyken (güya canlıyken), ruh ve beden ayrılmıştır. İşte o yüzden, kim bana şimdilerde yaşadığım yeri, yani Eskişehir’i sorsa şöyle cevap veriyorum: “Eskişehir güzel bir kent. Ama bedenim Eskişehir’de, ruhum hâlâ Antakya’da…” diyorum. Ne yazık ki canlı bedenlerinden ruhları ayrılan binlerce insan, ıstırap ve acı içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor.

Şehri terk etmeyip, yaşamını memleketlerinde sürdüren ve bu yazıyı okuyan pek çok kimsenin, şunu sorduklarını tahmin edebiliyorum: “Gitmeseydiniz o halde! Memleketi küllerinden yeniden doğurmak ve kalkındırmak için kalsaydınız ya!” Bunun cevabı, çok çok uzun ve yeri, bu yazı değil. Bir WhatsApp grubunda, bir hekim arkadaşın cümlesiyle cevap vereceğim: “Eğer imkânlar varsa, evet, şehirde kalınmalıydı. Uzaklaşıp gidenleri de anlıyorum.”

Ölümü ve yaşamı yeniden sorgulamak gerek: İnsanın cansız bedeni ile ruhunun ayrıldığı ölüm mü daha gerçek; yoksa canlı bir bedenle beraber gitmeyip, ruhun başka bir yerde kaldığı ölüm mü? Veya şöyle sorayım: Ruhun yaşamak istediği yerde kalması, canlı bedenin bir başka yerde olması; kalbin atması, nefes alınıp verilmesi, hareket edilmesi, konuşulması…

Bu bir hayat mıdır?

 

 

Exit mobile version