Karanlık çağ “dark ages” Avrupa’da 5’inci ve 10’nuncu. yüzyılı kapsar. Hatta bu dönem 15’inci yüzyıla kadar uzanır. Karanlık çağ denmesinin sebebi, devlet yönetimine Hristiyanlık adına kilisedeki din adamlarının hakim olmasıydı. Bireysel yaşamdan devlet idaresine kadar, sosyal ve medeni ilişkilerin tamamı Kitab-ı Mukaddes ve Azizlerin görüşlerine uymak zorundaydı. Yegane yol gösterici İncil, yegane ulema kilise rahipleriydi. Eğitim ve yargı kilisenin elinde, ahlak ve sosyal ilişkiler dinsel referanslara bağlıydı. Papalar krallara taç giydirerek, kudsiyet ve meşruluk kazandırır, para karşılığı insanları kutsayıp afaroz eder, “endülijans senetleriyle” cennetin anahtarını dağıtırdı. .
Bu karanlık ortaçağda kilise ruhban sınıfının elindeydi. Kenarda kalan astronomi, mekanik, fizik, tıp ve fizyoloji gibi bilim dalları Kilisenin çizdiği sınırlardan dışarı çıkamazdı. Okur-yazar olmayan Avrupa’nın eğitimsiz yöneticileri üzerinde, kilisenin ruhani ve ahlaki otoritesi egemendi. Zamanla kilise dışında ortaya çıkan eğitimli sınıf, seküler düşünceyi geliştirerek dengeyi kilise aleyhine bozdu. Örneğin o çağda İngiliz toplumu, kralın Tanrı’nın dünyadaki işlerini yaptığına ve onun yardımıyla düzeni sağlayacağına inanıyordu. Kendisi de koyu bir prüten olan general Oliver Cromwel, kilisede dinlediği bir vaaz sırasında papazın hurafelerine dayanamayıp cemaatin içinde ayağa kalkarak, “kes şu zırvaları in aşağı” diye papaza bağırmıştır. İngiliz kralının öldürülmesine uzanan bu olay, İngiliz devriminin başlangıcı sayılır.
*
Feodalizmin bir sosyal organizasyon modeli olmadığı zamanla anlaşılınca, yeni sınıf toplumu olan ulus-devletlerin yolu açılacaktır. İlk defa İngiltere’de başlayan seküler ufuklu yönelimler Fransız ihtilaliyle devrimci bir öze kavuşacaktır. Ortaya çıkan Fransız maddecileri olan aydınlar sınıfı, din dahil her türlü geleneği eleştirmeye başlamıştı. İngiltere’de başlayan bu seküler düşünce akımı, Fransız ihtilaliyle Cumhuriyetçiler elinde teorik bir silaha dönüştü. Voltaire (1694-1778), John Locke (1632- 1704), Diderot (1713-1784), Montesquieu, J.J. Rousseau (1712-1778), Goethe, Kant, Hegel gibi filozofların düşünceleri, August Comte ve Emil Durkheim ile kuramsal bir temele oturdu.
Ortaçağ karanlığına karşı çıkan bu düşünce akımı Fransa dışında İngiltere ve Almanya’yı da etkiledi. Her türlü zihinsel baskıya karşı çıkan; akla, doğaya, insan mutluluğuna aykırı önyargıları yıkan bu düşünce iklimine literatürde “aydınlanma çağı” (age of enlightenment) veya “düşünme çağı” (age of reason) denmiştir. Aydınlanma kavramı, ortaçağ skolastizmi, Spencer tekamülcülüğü ve aksiyon felsefesinin hoşgörüsüyle bütünleşen bir süreçtir. Zihinleri dinî nasslardan kurtarıp laik/seküler/dünyevi düşünceyi ilk kavrayan Bacon, Descartes ve Paskal gibi Fransız filozoflardır. Nasıl Sokrates felsefe ve ahlakı gökyüzünden yere indirmişse, bunlar da bilimsel düşünceyi din kıskacından kurtarmıştır. Tanrının varlığından insanın doğasına, eşitlikten özgürlüğe kadar en mahrem konularda bilgi ve inancı sarsan eserler yazılmaya başlandı.
Montesquieu, Rousseau ve Voltaire, siyasal alanda Fransız devrimini etkilediler. Montesquieu, Kanunların Ruhu’nda mutlak monarşiye karşı devletin insan iradesiyle kurulduğunu, Fransa kralının Tanrıdan aldığı egemenlik inancını reddedip, halk iradesine dayalı kuvvetler ayrılığı ilkesini öne sürdü. Kilisesin boş/batıl inançlar ve bağnazlığına karşı en sert tepkiler Voltaire’den geldi… Aydınlanma zamanla alçak tavanlı yoksul evlerden yüksek tavanlı anfilere yayılınca; kiliseye az bilgi, efendilere fazla küfür kalmıştı. Artık yeni dünyalar keşfediliyor, eski dünyanın büyüleri ve mitosları kayboluyor; rüyalar yerine bilgi konuluyordu. 17’ci asıra gelince Hıristiyanlık aynı dogmalara inansa, aynı ibadetleri yapsa da, farklı bir din olmuştu sanki… Dinle devlet ayrılmadan önce, dinle felsefe ve bilim ayrılmış, din kendi alanına çekilmişti. Bilim ve dinin sınırları Augusto Comte ile ayrılmış, Fransız laikliği ve İngiliz sekülarizmi bu ayrışmadan doğmuştur.
*
Bu noktada Batı ikliminden Osmanlı/İslam coğrafyasına gelebiliriz. O yıllarda Doğu coğrafyasının büyük kısmında Osmanlı egemenliği vardı. Klasik dönem Osmanlı / Şark toplumunun zihin haritası da Batı karanlık ortaçağından farklı sayılmazdı. Kilise nasıl herşeyi İncil retoriği üzerinden algılıyorsa, ilmiye sınıfı denilen bizim Osmanlı uleması da, her şeyi Kur’an ve sünnet üzerinden yorumluyordu. Osmanlıda Batı gibi ruhban sınıfı yok görünürse de, medrese öğretisini yaratan bizim ulema sınıfı kilise ruhbanından farksız ve daha bağnazdı. Üstelik bizde onlardan daha çok mezhep, tarikat ve cemaat vardı… Osmanlı /İslam toplumunun benliğini fukaha ve ulemanın ürettiği medrese öğretisi şekillendiriyordu. İslamda ruhbanlık yok denilse de insanları, hatta birbirlerini kafir ve zındık ilan eden tarikat şefleri ve din adamlarımız vardı. Toplumun benliği ve yaşamını müftüler, kadılar, imam ve dersiamlar şekillendiriyordu. Şeyhülislam sultandan sonraki ikinci söz sahibiydi. Saltanatın meşruiyeti tıpkı kilise gibi fetvalarla sağlanırdı.
İslamcı Osmanlı idaresinin Batıdan temel farkı şuradaydı: Batı siyasal sisteminin tersine Osmanlı monarşisinde din ile devlet içiçe geçmişti. Osmanlı Sultanı devletin başı olarak hem dünyevi siyasete egemen, Halife sıfatıyla da kutsal otoriteydi. Din ile devlet ayrılmaz bir rabıta içindeydi. Asırlardır kendisine dinden başka söz açılmamış Osmanlı teokrasisinde din, hem devlet hem ahlak, hem ilim, sanat, hem ekonomi demekti. Başına sarık saran, manasını bilmeden Arapça okuyup din adına ahkam kesen herkes, ulema ağzından çıkan her sözü keramet sanıyordu…
Batı üçyüz yıllık bir Aydınlanma serüveni sonunda akılcı, seküler/laik bir yapıya evrildiği halde, Osmanlı toplumu fütühat (İslamı yayma düşüncesi) ve dev uykusundaydı. Daha önemlisi “Devlet-i ebed müddet” ve “i’layı kelimetullah” söylemiyle Batıyı küfür diyarı görür, ona karşı üstünlük kibiri taşırdı. Batı toplumları bu süreçte sanayileşip, keşif ve icatlara başlarken, Osmanlı başkenti Sofular- Softalar kavgasını (Kadızadeliler) yaşıyordu. Medreseli Kadızade Mehmed Efendi ile tarikatçı Şemseddin Sivasi, kitap-sünnet, cin – şeytan, sevap – günah söylemleri üzerinden birbirlerini tekfir ediyordu. Matbaa ve gazete ile Batıya yayılan aydınlık, Osmanlı ülkesine ancak 272 sene sonra girmişti.
Osmanlı geri kalmışlığını ve Batının üstünlüğünü ancak Tanzimatta anlayabildi… Tanzimat Fermanı bizim Magna Carta’mız (Büyük Özgürlük sözleşmesi) sayılabilir. Buna rağmen Osmanlı din ve gelenekten arınamamıştı, her yeniliği gene din üzerinden algılıyordu. Tanzimat Fermanı, müslim-gayrımüslim eşitliği getirdiği için ulemanın tepkisini çekmişti. Onlara göre, Hak dinin mensubu olan biri, dini çürük ırzı kırık bir adamla asla eşit olamazdı. Bu boş kibire dayanılarak Aydınlanmanın/pozitivizmin getirdiği düzen ve ilerleme anlayışı dinsizlik sayılıyordu. Bu anlayış Abdülhamid sonrasının 1909-1918 yarı monarşik meşrutiyeti, imparatorluğun çöküşüne kadar sürdü…Osmanlıyı kimse yıkmadı kendisi yıkıldı.
*
Birinci Dünya Harbi sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi (31 Ekim 1918) Osmanlı Devletinin çöküşü sayılabilir. Bunun ardından hiçbir ülkenin tarihinde görülmeyen bir bağımsızlık mücadelesi başlamıştır. Milli Mücadele denilen bu sürecin sonunda imzalanan Lozan Andlaşmasıyla, Osmanlının küllerinden yeni bir devlet doğacaktır. Tarihin içinden akıp gelen bulanık bir nehirin akışını terse çevirmek tarihin doğurduğu “Monadik beyinli” Mustafa Kemal’e nasip oldu.
Hiç kuşkusuz bir asır önce karanlık kafalara karşı meydan okuyan Atatürk bağımsız, laik, hukuk devleti ilkeleriyle kurduğu modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Aydınlanma ışığıdır. Onun ilerici görüşüyle birlikte, genç Cumhuriyetin ilanından sadece bir yıl sonra TBMM’inde 3 Mart 1924’te kabul edilen “3 Devrim Yasası” laiklik ilkesinin de temel taşlarıdır:
- 429 sayılı “Şeriye ve Evkaf” (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) ile “Erkân-ı Harbiye-i Umumiye” (Genelkurmay Bakanlığı’nın) Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun. 429 sayılı kanunla “din” ve “ordu” siyasetten ayrıldı. Aynı gün halifelik kaldırılacak, bir ay kadar sonra şeri mahkemeler kapatılacak, 1928’de “Devletin dini İslam dinidir” ve “Meclis dini hükümleri uygular” maddeleri anayasadan çıkarılacaktı.
- 430 sayılı “Tevhidi Tedrisat Kanunu”nın yerine “Öğretim Birliği Kanunu” kabul edildi. Türkiye’deki tüm bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.
- 431 sayılı Hilafetin İlga ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun. Konunun gerekçesinde, halifeliğin “hükümet” demek olduğu, “çağdaş bir hükümetin yanında ayrıca bir halifelik makamına gerek olmadığı” belirtiliyordu.
Bu üç yasa Cumhuriyetin devlettoplum diyalektiğini başlatıyor. Bunlara “Devrim Kanunları” denecektir. Şimdi, yüz yıl geriye bakınca “Toplumun uygarlık hakkı” demeliyiz. Laiklikle özdeştir.
Ancak Atatürk’ten sonra gelen bütün sağ iktidarlar, Cumhuriyetle dinden arındırılmış kamu yaşamına yeniden ve gittikçe artan bir dozda “İslami ayar” vermeyi öncelikli görev saymış, din yeniden bugün olduğu gibi bilim dahil her sosyal kuruma müdahale eden “kurumlar üstü” bir değer haline getirilmiştir. Yüz yıl sonra hilafeti özleyenlere, bu yasalarla kapatılan medreseleri açmaya çalışanlara, her fırsatta Atatürk’e, laikliğe saldıranlara, ÇEDES saçmalığına, derslerde maket mezar, temsili kurban kesilmesine tanık oluyoruz. Bu yılın ilk günü 1 Ocak 2024’te Boğaz Köprüsü üstünde Filistin’e destek mitinginde açıkça hilafet istenmiştir. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, TBMM’de bakanlığının bütçesi görüşülürken tarikatları övmüş, onlarla protokol yapmayı sürdüreceğini söylemiştir.
16 Ocak 2024’te İstanbul’da Anadolu Adliyesi’nin koridorlarında kimi kişiler “Yaşasın şeriat, kahrolsun Cumhuriyet !” diye bağırmıştır. AKP Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 1 Şubat 2024’te Ankara Beştepe’deki Saray’da yapılan “Diyanet Akademisi Aday Din Görevlileri 1. Mezun Töreni”nde “Farklı maskeler altında şeriat düşmanlığı var. Şeriat düşmanlığı bizatihi dinin kendisine husumettir. İnanıp inanmamak, yaşayıp yaşamamak elbette bir tercih meselesidir. Ama dinin emirlerine dil uzatmak başka bir konudur.”demiştir.
Bu ve buna benzer çıkışlar 3 Mart 1924’ten hemen sonra, gecikmeden başladı. Emperyalizmin laiklik ana damarını tıkamak için uğraşacağını, “karşı maddeler”i, karşıdevrim elemanlarını kullanacağını biliniyordu. Ve, Cumhuriyetin ilanından henüz dört yıl geçmişken 1927’de Atatürk uzun bir “NUTUK”la her şeyi anlatmak ve hesaplaşmayı gösterir ki mücadele halen devam etmektedir/devam edecektir. Nutkun sonunda da çarpıcı biçimde vurgulanan budur. Cumhuriyetin “muhafaza ve müdafaası” baş görev olacaktır. “Koru!” diyor. Kimin görevi? Düşünelim. Devlet katının mı, ordunun mu, Emniyet’in mi? Hiçbirinin! Ya kimin? Gençliğin, yani toplumun en zinde öğesinin!
Evet, her Türk evladının! Her an her daim. Korkmadan, yılmadan, bıkmadan; Aklın özgürlüğünü, bilimin yolunu izleyeceğiz. Atatürk’ün laik Cumhuriyeti bu yolu açmış, bu yolu göstermişti. O yol bizim yolumuzdur. Sonuna kadar…
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Salı 19 Mart 2024
YORUMLAR