Çağdaş İtalyan politik felsefeci Giorgio Agamben, “kamu hukuku” ile “siyasal olgu” ve hukuk düzeni ile “yaşam” arasındaki ara bölgeyi tanımlarken bir kitabında (Varlık Yayınları, 2008, Çev: Kemal Atakay) “Olağanüstü Hal” kavramını kullanır. Ona göre “Olağanüstü Hal” (“state of exception (İngilizce)” kavramı, siyasal belirsizlik veya nedeni ne olursa olsun bir kriz durumunda siyasal düzenin sağlanması adına hukukun kendini askıya almasıdır. Burada önemli olan, istisna hâlini tanımlayan ve uygulayan gücün meşruiyetini nereden aldığı meselesidir.
Agamben’in temel meselesi, belirsizlikle veya krizle kesintiye uğrayan toplumsal işleyişin devamını sağlamaya yönelik hukuksuzluk veya boşluk hâlinin artık normal bir durum hâline gelmiş olmasıdır. Olağanüstü Hâlini tanımlayan bir nitelik olarak hukuk dışılığın bir yasaya ve hukuka dönüşmüş olması, devletin ve hukukun meşruiyet zeminini belirleyen güç ilişkilerini ve bu güç ilişkilerinin etkilenimlerini yeniden değerlendirilmesini gerekli kılmakta.
Agamben’e göre olağanüstü hâli, bir yandan normun yürürlükte olduğu ama uygulanmadığı, öte yandan yasa değeri olmayan kararların yasanın gücünü edindikleri bir yasa hâlini tanımlar. Olağanüstü hâli, yasasız bir yasa gücünün sözkonusu olduğu bir yasasızlık uzamıdır. Yasanın gücü ile edimin radikal olarak ayrıldığı noktada yasanın gücü mistik bir şeydir. Yasanın mistik gücü temsîlî devlet otoritesini gösterirken, edim devrimci bir örgütün isteyebileceği şekilde belirsiz bir öge gibi salınır.
Carl Schmitt’in şiddeti her defasında yeniden hukuka bağlamaya çalışmasına karşılık, Walter Benjamin, her defasında şiddete hukukun dışında bir yer vermeye çalışır. Kurmaca olağanüstü hâlinde hukuki bir çehreden yoksun bir şiddetin hüküm sürdüğü bir yasasızlık bölgesi vardır. Benjamin, devlet iktidarının bu maskesini düşürür. Kafka’nın da karakterleri olağanüstü hâlindeki bu hayaletimsi hukuk figürüyle uğraşmak zorunda kalırlar.
İktidar gücünün merkezde barındırdığı şey olağanüstü hâlidir. Devletin iktidar gücü, dışarıda uluslararası hukuku gözardı ederek, içeride ise kalıcı bir olağanüstü hâli yaratarak ve yine de hukuku uyguladığını belirterek bir şiddet rejimini uygulayabilir.
Bugün ülkemizde demokrasiyle ilgisi olmayan, hukuk tanımayan tek adam rejimiyle gelinen noktada, olağanüstü hâli aracılığıyla yalnızca siyasi hasımların değil, siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri düşünülen kesimlerin ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak yaşanmakta. Anayasa Mahkemesinin (AYM)’nin kararlarına uymaması hâkim olmakta. Anayasalara olan bağlılık yeminlerinin kale alınmaktan uzaklaşması yaşanmakta. Yargı, yürütmeden aldığı emir ve talimata göre karar veriyor. Saray’ın talimatına uyan yargıçlar ödüllendiriliyor. AKP toplumun ve onun gerçek ifadesi olan devletin varlık nedeninin insan ve insanın doğuştan kazandığı hak ve özgürlüklerinin dokunulmaz olduğunu kabul etmiyor. Bu nedenle olağanüstü hâli çağdaş siyasette demokrasi ile mutlakıyet arasında şiddetin hüküm sürdüğü bir belirsizlik eşiğine denk düşmekte.
AYM’nin 22/2/2024 tarih, E. 2024/43 ve K. 2024/65 sayılı kararındaki yokluk tespiti, Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşmediğini ifade etmektedir. TBMM’nin veya herhangi başka bir organın bu kararın doğruluğu veya yanlışlığı üzerine bir oylama yapma yetkisi bulunmadığı gibi, kararın sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde hareket etmesi de mümkün değildir. AYM’ye göre, Ş. Can Atalay’ın hakkındaki yargı kararının TBMM Genel Kurulunda okunması suretiyle milletvekilliğinin düşürülmesi işlemi, ‘fiilî (de facto) bir durum’ yani ‘hukuken var olmayan’ olağanüstü hâli bir işlemdir.
Türlkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), Hatay Milletvekili Ş. Can Atalay’n milletvekilliğinin düşürülmesi hakkında Anayasa Mahkemesinin (AYM) 1 Ağustos’ta yaptığı yokluk tespitini görüşmek üzere 16 Ağustos 2024 günü toplantıya çağrılmıştı. Ne var ki, Meclis çoğunluğu, genel görüşme açılmasını engelleyerek, TBMM Genel Kurulunca bugüne kadar süregelen yanlışın tespitini yapmak, yanlışın ortadan kaldırılması yolunda ilgili makamlarca adım atılması gerekliliğini ortaya koymak ve her şeyden öte gücünü Anayasa’dan alan bir hukuk devleti olduğumuzun altını çizme iradesinin ortaya konulmasını da engellemiştir. ‘Senin talebini değerlendirmiyorum. Geçmişte verdiğim kararları tekrar ediyorum’ demiştir.
Görüşmeler esnasında hiç olmayan oldu, Meclis’te bir maganda yumruğu kan akıttı. Kan lekelerini hemen sildiler, temizlediler tabii. Fakat tüm dünyanın o meclimizdeki kavgayı ve yumruklaşmaları izleyip yarattığı utanç ve yansıttığı şiddet sarmalı kutuplaşma vahameti öyle hemen silinmiyor. Aslında silinmesini, kutuplaşmanın aşılmasını isteyenler maalesef çok değil. Çünkü ne yazık ki ülkemizde kutuplaştırma siyasetçinin oy kaynağı…
Hukukçu, şair, çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yapan Ümit Kardaş’ın de belirtiği gibi; “Siyaset, iktidar gücünü elde ettiğinde kendini kurucu güç yani hukuku kuran şiddet olarak algılamak suretiyle hukukla kirlenmekte ve sürekli gerilemektedir.” Oysa ki aksine siyaset, Agamben’in deyişiyle şiddet ile hukuk arasındaki bağı kesen eylem olmalıdır. Ve ancak hukukun olağanüstü hâlinde onu yaşama bağlayan düzeneğinin devre dışı bırakılmasından sonra saf bir hukuku karşımızda bulmamız mümkün.
Türkiye’nin durumu bu hâlde iken, hukukçuların, felsefecilerin ve ilgili disiplinlere bağlı bilim insanlarının bu meseleleri tartışmaları gerekmekte. Artık görmeliyiz ki, siyasi kutuplaşma toplumsal aklı ve enerjiyi israf ediyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kan lekesi düşürebiliyor. Duygusal ajitasyonlarla siyaset yapmak bir süre oy getirse bile, bu çağda gelişmiş ülke seviyesine çıkmanın bir tek yolu var: Barışık toplum, hukukun üstünlüğü, uzmanlık kalitesiyle donatılmış güçlü kurumlar, özerk üniversiteler, fikir ve ifade hürriyeti…
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Pazar 18 Ağustos 2024