Slov dans (yavaş dans – slow dance) 80ler ve 90ların tinderıydı. Uzun okul günlerinde, kızları sadece uzaktan izleyebildiğimiz ilk gençliğimizde önce kafamızda birini tespit eder, ona aşık olmaya karar verirdik. Sonra garip bir şekilde olurduk da. Ve bu aşkı itiraf etmek için okul çaylarını ya da birinin doğum gününün gelmesini beklerdik. Çünkü orada slov dans yapılacağını bilirdik, bu hayatın bize karşı cinsle buluşmak açtığı küçük, ışıklı bir kapıydı. Parti günleri saçımıza jöle sürer, bayramlıklarımızı giyer, hayatımızla son derece tezat görünen parti alanına girdiğimizde artık başka kurallar tabi olduğumuzu bilirdik. Michael Jackson ve Madonna ağırlıklı bir listeyle başlayan partinin bir yerinde “slow ” çalınacağı an’ı beklerdik. Bu sırada “kesişme” denen müessese devreye girer, sevdiğimiz kızla göz teması kurmaya çalışır, yaptığı, yapmadığı her şeyden bir anlam çıkarırdık. Sonunda slow şarkı başlar -ki bu genelde carelless whispers’dır- yeterince cesur olanlarımız hoşlandığı kızı dansa kaldırır, kız dansı kabul ederse bu bir bilgidir, elini kolunu koyacağın yer, kişiler arası mesafe ve bu mesafenin şarkı ilerledikçe azalması bir bilgidir, şarkı bittiği halde ayrılmamak, diğer şarkıda dans etmeye devam etmek “önemli” bir bilgidir. Her şey yolunda giderse önce yanaklar değer birbirine, sonra öpüşmek belki bir ihtimal nasip olur. -ama bu 15 yaşından önceki bir zaman asla değildir- Genelde danstan sonra bir köşeye çekilip çıkma isteğinin dile getirildiği bir konuşma yapılır, ya da kıza bu talep arkadaşları üzerinden iletilir, kız mutlaka “bir düşüneyim” der, 1-2 gün sonra cevap gelir. Hatta bunun için hazırlanan kartlar vardır; evet hayır- düşüneyim… Düşüneyim kısmı daha büyüktür. Bir süre düşünür kız. Arada hangi evrak işlerinin yapıldığını bilmeyiz, sonra cevabı gene aracılarla iletilirdi. Çıkma teklifini kabul etmişse dünyalar bizim olur ama hayatımızda bir değişkilik olmazdı. Gene erkeklerle basket oynamaya devam ederdik.
Bu işler oyun gibi ve kolaydı, sonra asıl imtihanla; gerçek aşkla tanıştık. Gerçek aşk bir ergeni burnundan tutup sürükler, direksiyonu kırılmış araba gibi sağa sola savurur, çoğu zaman zaman duvara toslardık. Duvara Karşı filminde psikiyatrist Cahit’e neden intihar etmek istediğini sorar, Cahit “intihar etmek istediğimi nerden çıkardınız?” der, psikiyatrist “arabanın fren izleri yoktu” der. Bunun aşkla ilgili olduğunu hemen anlarız; çünkü belki bin kez düşünecede yaşamışızdır. O duvara son hızla giderken fren yapmayı aklımıza bile getirmeyiz, daha da önemlisi bunun bir çeşit intihar olduğunu bile değerlendiremeyiz. 10’lu yaşlarınızdaysanız aşk bir çeşit delirmedir.
Bir süredir yaşam karşısındaki zayıflığımızı düşünüyorum. Aslında seçimlerimizin nadiren kendimize ait oluşunu. Bizden daha büyük bir denklemin içinde oraya buraya savruluşumuzu. Olimpos’a son kez gittiğimde yıl 2011’di. 1 hafta 10 gün planladığım tatil, altının yükselmesiyle 45 günü bulmuştu. Öyle ki, bir noktada orada yaşıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Gündüz bir cennet koyunda denize giriyor, gece dostlarla sedirlere serilip yıldızları izliyorduk. Bu dünyada cenneti yaşıyordum ve bunun orada yapacağım son tatil olduğunu henüz bilmiyordum. Bir bilet kadar uzakken ve bu kadar özlüyorken neden bir daha hiç gidemedim oraya? Evlendim ve çocuğum oldu, ülke gittikçe ağırlaşan bir çamurun içine gömüldü. İçinde bulunduğum sinema sektörü aklını tamamen kaybetti. Pandemiden sonra nerdeyse herkes kendi dünyasına atomize oldu. Biraz da yaşlandık tabii. Hayatlarımızın kendi kararlarımızdan çok bir takım neden sonuç ilişkilerinin çıktısı olduğunu anlamaya başladık.
Olimpos’tan ayrılırken buraya binlerce kez daha gelebileceğimin rahatlığı, hafifliği vardı içimde, son kez olduğunu bilsem, bu kadar eğlenceli olmazdı.
Şimdi ne zaman biriyle karşıllaşsam bunun son görüşmemiz olabileceğini düşünüyorum. En azından görüşmeye biraz da o gözle bakmaya çalışıyorum. Ama bu yaptığımız ya da söylediğimiz hiçbir şeyi hemen hemen değiştirmiyor. Hayat gücünü bilinmezliğinden alıyor. Gücünü, gizemini ve büyüsünü.
Amerikan Güzeli’nin meşhur sahnesinde oğlan kıza çektiği en güzel videoyu izletir. Bu videoda kaldırımın üzerinde dönüp duran bir plastik torba vardır. Biraz sonra fırtına çıkacaktır ve yaşamın içine gizlenmiş enerjiyi, bu enerjinin mükemelliğini anlatır çocuk. “Hayat o kadar güzel ki bazen bu güzelliği kaldıramayacağımı düşünüyorum” der. Biz de 13-15 yaşlarında slov dans yaparken, aşık olurken benzer şeyleri yaşıyorduk sanırım. insan kalbinin çeperlerini aşan aşkınlık duygusu; Güzelliğin, kendi kurduğun bir gelecek hayalinin içinde kontrolünü kaybetme, sarhoş olma ve yaşadığını hissettiren o varoluşsal acı, imkansızlık hissi. İçindeki süper kahraman enerjisi ve buna tezat bir tek sözle yerle yeksan olabilecek kadar güçsüzlük. Rüzgarın içinde dönüp duran plastik bir poşet gibi.
Slov dans zamanının altın şarkısı Careless Whispers’ı yıllar sonra tekrar dinleyip sözlerini daha iyi anlamaya çalıştığımda yakın bir arkadaşın “dikkatsiz fısıltılarının” kalpte açtığı yaraları anlattığını fark ettim. Ve kreşendosunda, en yüksek noktasında “bir daha dans etmeyeceğim” der, “seninle dans ettiğim gibi.” Ve gerçekten de 13 yaşında bir okul çayında dans ettiğimiz gibi bir daha hiç dans etmeyiz. Büyülü sokaklardan geçer, gerçeğin evine doğru yürürüz. Buna büyüme deriz. Anıları toplamakla, gittikçe bilgeleşmekle, artık kül yutmamakla övünürüz. Oysa bu bir yerde kaybetmenin hikayesidir. Bir kumun suyun içinde zamanla, sakince çözülmesi gibi. Öyle ki bir yerde, -mesela kırklı yaşlarda bir çay içip hayatımız hakkında düşünürken- neden yaşadığımıza bile ikna edici cevaplar bulamayız.
Ama anılar kalır; amigdalamız genç bir kızın ter ve parfüm kokusunu hatırlar. hipotalamusu ateşler ve kendimizi bir ortaokul çayında, dans ederken buluruz.
Slov dans bir ilişki kurma yöntemi ve önerisiydi. Oldukça işlevseldi. Zamanla kaybolan bu ortak kodlar oldu sanırım. Mesela rockçıysanız, belli bir hayat biçimini savunduğunuzu da göstermiş olurdunuz, sizin gibi insanlarla takılırdınız. Ya da solculuk bugünkü kadar bulanık, karışık ve tutanın elinde kalan bir mesele değildi. Her şeyin daha basit ve belirgin olduğu, üzerine anlaşılmış ortak kodların daha fazla olduğu zamanlara güzelleme yapmak değil isteğim, şimdi birine ulaşmak, iletişim kurmak şüphesiz daha kolay. Ama herkesin kendi şarkısını dinleyebildiği şimdiki zamanla, bir teybin başına geçip uzun gitar soloları hep beraber dinlediğimiz, bunun hakkında konuştuğumuz zamanları bir şekilde harmanlamanın da bir yolunu bulacağız ileride bence. Çünkü bir şarkıyı beraber dinlemekten o şarkıyı tek başına dinlemeyi çıkarınca ortada çok acayip bir şey, çok muazzam, unutulmaz bir deneyim kalmıyor.
Knausgaard’dan kral bir alıntıyla bitirmek isterim: “Mart ayında bir akşam, kar yağmura döner ve yerlerdeki mevcut kar erimeye başlar. Nisan ayında bir sabah ağaçların dallarında tomurcuklar biter ve sararmış çimin üzerinde yeşil izler belirir. Nergisler ortaya çıkar, beyaz ve mavi anemonlar da. Sonra sıcak hava tepelerdeki ağaçlarla oynaşır. Güneşli bayırlarda tomurcuklar patlar, orada burada vişne ağaçlarına çiçekler düşer. Ve eğer on altı yaşındaysanız tüm bu olanlar sizi etkiler, sizde bir iz bırakır, çünkü bu farkına vardığınız ilk ilkbahardır, tüm duyularınızla bunun ilkbahar olduğunu bilirsiniz, ve de sonuncusudur, çünkü sonradan göreceğiniz tüm ilkbaharlar buna kıyasla daha solgun görünecektir. Hele ki âşıksanız, işte o zaman… İş sadece tutunmaya bakar. Bütün mutluluğa tutunmak, bütün güzelliğe, her şeyin içinde barındırdığı tüm geleceğe tutunmak.”
Görüşmek üzere.