Yazmak bir imtiyaz olduğu için bunun hakkını vermek mağdurdan ve mazlumdan yana olmakla mümkündür. Kamu vicdanına ses olmak ve kamuya karşı bireyin hukukunu vikaye etmek (korumak) amaçtır. Ülkenin menfaatleri, grup menfaatleri veya milli menfaatler için yazı yazmak bir görevdir ve bir sorumluluktır. Yazı yazmada sorumluluk fikri hür, vicdanı gür tutmaktır.
Nefes -ki kelâmın özüdür- Tanrı’dan gelir. İnsanda ses, söz/ dil, o nefesle vücut bulmuştur ve yazara Tanrı’nın emanetidir. Bir yazar, bu emaneti korumak ve onu gereğine uygun olarak kullanmakla yükümlüdür. Hakikat mi, güç mü?.. Yol ayrımı tam da burasıdır: Keskin ve bıçak sırtı! “Beni bir ses sahibi kıl, kefarete hazırım” der Șairimiz İsmet Özel. Nasıl bir sestir aradığı?.. Sonra “Sen o baygın sevgilerin adamı değilsin” der. Nedir “baygın sevgilerin adamı olmamak”, “tez kızaran güllerden kendini sakın” der.
Yazmanın bir ahlâkı var. Tam da burada, yazarın ve aydının ahlâkı bağlamında Alman felsefeci Thodor W. Adorno şöyle der: “Kudret sahiplerine yanaşmaktan ve onlardan ‘bir şeyler beklemekten özellikle kaçınmak gerekir. Muhtemel avantajlara dikilmiş göz, bütün insan ilişkilerinin ölümcül düşmanıdır…”. Öyle bir göz, sadece insan ilişkilerinin değil, Tanrı’nın emaneti olan kelâmın da, dolayısıyla sanatın da düşmanıdır. Söz bu durumda, özünü, saflığını, aslî işlevini yitirir, yapay, yalan bir yaltaklanmaya dönüşür.
O hâlde ne yapmalı?.. Yahudi kökenli diğer Alman filozof Walter Benjamin “Eleştiri, doğru mesafede durma işidir” der. Evet, doğru mesafede durmak gerekir. Doğru mesafeyi belirleyecek en güvenilir terazi vicdandır. Yazar, eleştirmen, gücün değil hakikatin yanında yer alır, mesafeyi bu ölçüte göre ayarlar. Dostluk, düşmanlık, sermaye, iktidar, muhalefet, devlet… Bunlar ‘doğru mesafe’ değildir. Bu tür yakınlıklar, eleştiriyi inanılır ve güvenilir olmaktan alıkoyar.
***
Yazmak, düşünmek, gerçeklik karşısında bir zihni tavırdır. Diğer deyişle bir kültürden söz ediyoruz… Bunaltı, kötümserlik, umutsuzluk, öznellik gibi varoluşçuluğa özgü belli başlı temalar genelde boş vermişliği ve hareketsizliği çağrıştırır gibi görülür. Ama görünen köy bal gibi kılavuz ister. Köyü sadece görerek tanımak istiyorsanız zaten boş verip hareketsizliği yeğlemişsinizdir. Ama köye adım atıp orada yaşamayı seçerseniz hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığını fark edersiniz. Fark etmek istiyor musunuz? Yoksa fark etmeden yaşamayı mı yeğliyorsunuz? Seçim sizin.
Fark edip yaşadığınızda söylemek istediğiniz sözleri yazıya dönüştürürken size yol gösteren bir yol haritanız var. Harita “anlamak, yorumlamak yeterli değildir asıl olan onu değiştirmektir” diyor. Bir şey daha söylüyor pusula; “insan bu gelişmenin nesnesi değil öznesi, aktörü olabilir, yabancılaşma denilen ayak bağından kurtulabilir.” Burada “İnsanın toplumsal ve kişisel durumunu değiştirmek isteyenlerin yanındayız” diyen Jean Paul Sartre’ın yabancılaşma kavramı üzerinde şu şöylemini hatırlayalım:
“Günümüzde, insanlardan çok nesnelerin sesi duyulmaktadır. İnsan şeylerin arasında sıkışıp kalmış ŞEY olarak yaşamına devam etmektedir. İnsan kendi amacını unutmuş, araçların amaçları arasında sıkışıp kalmış bir varlıktır. İnsanın sahip olduğu değerlerin içleri boşaltılmıştır. Günümüzde amaç-araç ilişkisi, karıştırılmaktadır. İnsanın başarıları, onu ortaya koyan insan kavramı unutularak ele alınmaktadır. Sorumluluk kavramı nesneye yüklenemez, insana aittir. Ana amaç ekonomi veya teknoloji değil, insanın kendisi olmalıdır. İnsanın benliğinden uzaklaşması, onun yabancılaşmasıdır.”
“Varlık ve Hiçlik” felsefesini ilk kez ortaya koyan Jean-Paul Sartre, her çağda yazarın/çizerin sorumluluğundan söz ederken “adını koymanın” gücünden de söz eder. Bu bir mesuliyettir. Çağın hakikatlerini görmek, şahit olduğunu anlatmak, adını koymak bir güçtür, bir sorumluluktur.
Belki de ülkemizdeki yazar, aydın ve bilim insanlarının ihtiyacı olan ilk şey, İspanya iç savaşı sırasında Salamanca Üniversitesi’nin rektörü Miguel de Unamuno’nun şu söyledikleridir:
“Bazı durumlar vardır ki, orada susmak, yalan söylemektir. Zira sükût, ikrar olarak yorumlanabilir. Bugüne kadar içimde daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşayagelen sözüm ile vicdanım arasında bir boşanmaya asla izin veremem.”
***
Alman asıllı Amerikan siyaset bilimci Hannah Arendt, yazarların/edebiyat adamlarının en önemli niteliklerinden birinin her zaman hem devlet hem de toplumla mesafelerini korumaya çalışmaları olduğunu söyler. İkinci vasıflarının ise, fikirleriyle siyasi veya sosyal sistemin -gücün- bir parçası olmayı kararlılıkla reddetmeleridir, der. Ama, – görülen de o ki – Türkiye’de sanat-edebiyatın iktidarlarla ya da devletle münasebetleri Arendt’nin söylediklerinin tam tersine gelişiyor.
Günümüzün şiarı, terazinin dengesini bozdu. Gözleri bağlı adalet heykeli artık ya bir sloganın süsü ya da kolektif öfkenin törensel figürü. Artık adil olmak, kendi cephesinden birini feda edebilmek değil; karşı tarafı daha sert cezalandırmak demek. Bu yüzden hakikat, çoğu zaman tribünlerin alkışına feda ediliyor; vicdan ise yalnızca kalabalığın hoşuna gittiği ölçüde hatırlanıyor.
Davanın menfaatine değil ruhuna, iktidarına değil ilkesine sahip çıkmanın dayanılmaz hafifliği…
İşte bu yüzden eğilmem. Kendi yanlışlarımızı konuşmaktan, sorgulamaktan, gerekiyorsa teşhir etmekten geri durmadım/durmam. İnsanı, insanın türevi ve uzantısı olan devlet ve millet dâhil (parti, örgüt vb.) hiçbir muhayyel (hayâl edilen) tüzel kişiliğe kurban veya feda etmemeyi ve ne pahasına olursa olsun doğruyu, gerçeği söylemekten çekinmemeyi ilke edindim.
Zira geçirdiğim akademik mesleğimde de olduğu gibi üstadım ve serlevham (yazılarımın başına koyduğum ve konuyu kısaca tanıtan ibare) “hakkın hatırı âlidir, hiç bir hatıra feda edilmez” prensibidir. Gandi’nin, “Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine, adaletle hareket edip yalnız kal” söyleyişini hep benimsedim.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Perşembe 3 Nisan 2025
YORUMLAR