Bugünlerde herkes Nuri Bilge Ceylan’ın filmini konuşuyor. Onu uzun uzun incelemeden önce fikrim odur ki bir Tarkovski konuşmak gerekir. Tarkovski NBC’nin “ata dedesi” Rus bir yönetmen, yazının başlığından da anlayabileceğiniz gibi, hem NBC hem Rıdvan Dilmen’le bazı benzerlikleri var ve hem NBC hem Tarkovski izlemenin, aslında sanat ağırlıklı işleri izlemenin o keyfi yaşamanın bir biçimini önereceğim aşağıdaki satırlarda. İlginizi çektiyse buyurunuz efenim:
Tarkovski benim de uzun zaman çekindiğim, uzak durduğum bir isim oldu. Sinema okuduğum günlerden beri kendisine belli bir mesafeyle bakar, onunla geçireceğim saatlerin işkenceye dönüşeceği zannıyla uzak dururdum. Bu bir bakıma doğru aslında, Örümcek Adam izleme kafasıyla ekran karşısına, Tarkovski izlemeye geçerseniz sizi iteleyebilir; cep telefonunuz usul usul elinizin altında belirmeye, kendinizi whatsappta bir şey var mı diye bakmaya başalarken bulabilirsiniz… Ama… Az sonra önereceğim yolu denerseniz, büyülü bir yolculuk sizi bekliyor olacaktır. Bu yola şimdilik “balinaya yaklaşmak” adını verelim ve baştan başlayalım.
Tarkovski’yle ilk sıcak temasım filmleriyle değil sinemayla ilgili görüşlerini anlattığı kitabı “Mühürlenmiş Zaman”la oldu… İlk sinema filmimi çekmiştim ve kafamda bazı deli sorular vardı. “Mühürlenmiş Zaman” nerdeyse bütün sorularımı cevaplayan bir deux ex machina gibi elime düştü. O gün sinemaya bakışım da duruşum da çok değişti. Nerdeyse bana yaptığım tüm hataları tek tek anlatmış, başımı okşayan bilge bir abi gibi, bu genç sanata nasıl bakmam gerektiğini öğretmişti. Dramatik gerilimle ilgili anlattıkları senaristliğimde de yol gösterici oldu; İvan’ın çocukluğunu iki savaş arasında çektiğinden bahsediyordu. Bunu dramatik gerilim oluşturmak için yapmıştı. Şimdi hatırlamadığım bir filminde -ki bu da İvan’ın çocukluğu olabilir- kurguyu ne kadar hızlandırsa da bir izlek oluşturamadığından bahsediyordu. Sonra bunun “kesmelerle” değil “hikâyeyle” ilgili olduğunu fark ediyordu.
Şiirsel sinemadan bahsediyordu; iki kere ikinin dört etmediği yerlerden, bırakılması gereken anlam boşluklarından, birbiriyle alakasız gibi görünen iki şeyi yan yana koyunca oluşan anlamdan, Japon şiirinden örnekler vererek açıklıyordu. Bunların hepsi beni ayrı ayrı çarpmıştı.
Filmlerinin kitabı kadar kolay anlaşılamadığını, tüketilemediğini biliyordum, ama bir balinanın etrafında dönen küçük bir kayık gibi ona yaklaşmaya devam ettim…
Galiba sanatın güzelliklerini keşfetmek için, büyük sanatçıları keşfetmek için bunu hep yapmak gerekiyor; çevresinde dolanmak, üzerinden küçük parçalar koparmak, tadına bakmak. Onunla ilgili yazılanları okumak, insanların onu neden sevdiğini öğrenmek, sanat yapıtlarının analizlerini bulmak, izlemeden önce önemli bir toplantıya, iyi bir randevuya gidecekmiş gibi hazırlanmak. Hoşlandığın kızla buluşmadan önce instagram fotoğraflarına bakmak gibi. Katile gittikçe yaklaştığını hisseden bir dedektif gibi. Bir sanatçı için yavaş yavaş “iştahlanmak” diyebiliriz bu kısma.
Filmleriyle ilk sıcak ilişkiyi Stalker’la kurdum sanırım. Bu filmde “bölge” denilen bir yere gitmeye çalışan adamların hikâyesini varmak isteyip varamadığımız her şeyin eğretilemesi olarak görüp izledim ve büyülendim. Bir yere gideriz ve oradaki büyüyü deneyimleyip geri döneriz. Bu bir insanla ilişkimizde de olabilir, toplumla olan ilişkimizde de, hatta düpedüz manevi, felsefik yolculuklar için de okunabilir. Tarkovski izlerken bunu anlamak gerekiyor; O size yazacağınız hikâye için bir düzlem veriyor sadece, onu istediğiniz gibi çiçeklendirebilirsiniz. “Yönetmen bize ne anlatmak istiyor?”un peşine takılmaksa yanlış yol…
Yönetmen bize bir şey anlatmıyor, bazı mevzuların kapısını açmak için anahtarlar veriyor. Tarkovski izlerken bir anlam aramak yerine “kendini şiirin içine bırakma, kendi anlam denizine açılma” gibi bir izleme gerekiyor. Bunu da kendisi hem söyleşilerinde hem de kitaplarında benzer şekilde öneriyor zaten. Aslında genel olarak sinema yapıldığı gibi, hikâye izleyiciyi sırtına alıp taşımıyor, seni imgelerle dolu bir bahçeye sokuyor ve kendi hikâyeni yazıyorsun aslında, bu değerli ve seni sadece bir entelektüelin çıkarabileceği bir yolculuk. Bakın Stalker’da adamların gitmeye çalıştığı “bölge” hakkında ne demiş:
“Sık sık “bölge”nin aslında neyin simgesi olduğu sorulur, olağanüstü saçma tahminler yapılır. Bu tür sorular ve tahminler karşısında korkunç bir çaresizliğe kapılıyor, adeta deli oluyorum. Hiçbir filmimde simge kullanmadım. “Bölge”, bir “bölge” işte. İnsanın kat etmek zorunda olduğu hayat, hepsi o kadar. İnsanın ya yok olduğu ya da dayandığı bu yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı kendine olan saygısıyla, önemliyi önemsizden ayırma yeteneğiyle belirlenir.”
Stalker’a benim yapacağım mini ve gerekli bir ek de şu sanırım; Stalker’da garip bir şekilde kahramanın yolculuğunun izlerini de görürsünüz; hatta bu şiirsel sinemanın başyapıtı sayılan filmde kahramanın yolculuğunun tüm aşamalarını nerdeyse bire bir görülebilir diyebilirim. Kahramanın yolculuğu işte bu kadar değerli bir şeydir, bizim kimi sinemacılarımızın söylediği gibi bir klişe değil, hikâye anlatıcılığının omurgası, onsuz yol gidilemeyecek bir kutup yıldızı, rehberdir. Kahramanın yolculuğunun hikâyecilikteki önemini küçümsemek bir insanı iki gözü iki ayağı olduğu için sıradan bulmak gibi bir akıl durgunluğudur. Bunu arkadaşlarımıza anlata anlata bitiremedik. Hikâyeleştirmenin yapısal temellerini yok saymak, küçümsemek bizim sinemamızın kanayan yarası. Neyse ileride uzun uzun dertleşeceğiz bu konularda.
Solaris çok iyi bir film değil. Yönetmen de kendi filmografisinde en kötü film olarak görüyor yanılmıyorsam. Ama beyin gibi, beyinden çok bilinçaltı gibi davranan bir gezegen fikri yeterince muazzam değil mi? Bu harika fikri romanın yazarı Stanislav hem de Tarkovski de çok iyi öyküleyememiş bana sorarsanız (yeniden yazılmalı diyormuşum () ama ölüsü bile filmi/romanı efsane yapmaya yetiyor. Uzay gemisindeki adamların “Ava giden avcılar” resmine bakarak yaptıkları konuşmalar, düşüncede tekrar canlanan insanlar falan, acayip bir şey arkadaşlar, öyküleme muhteşem değil evet ama öykü, fikir sinemanın anlatım olanaklarını genişletiyor nerdeyse. Bilimkurguyu mekanik bir yerden çıkarıp bilinçaltıyla, insan duygularının en karanlık yeriyle buluşturuyor ve bence yeni nesile binlerce kapı açıyor.
Bu konudan bahsetmek istememin sebebi de geçen aylarda TRT2’de izlediğim Kurban’dan başka bir şey değil. Toplam 7 filmi var zaten. Kurban Tarkovski’nin son filmi ve daha kurgusu bitmeden, ya da hemen bittikten sonra ölmüş ve öleceğini bilir gibi bütün sözlerini sıralamış hayata. Film temelde insanlığın masumiyetini kaybetmesi ve bilimin peşinden koşarken manevi olanı yitirmesini anlatıyor. Ama Tarkovski kendi inanışı yüzünden bunu biraz Hıristiyan bir yerden yapıyor.
Solcu abilerimiz buradan da notunu kırarlar Tarkovski’nin, fazla Hıristiyan bulurlar. Zamanın sorunu internet falan değil, her konu hakkında bir satırlık ön yargılarımızın olması ve bu ön yargılarla kendimize ördüğümüz duvarlar, kurduğumuz küçük zehirli dünyalar aslında… Bu konuya da sonra gelmek lazım. Bu kadar çok şey öğrenilebilecek, üzerine bu kadar konuşulabilecek bir adamı Hıristiyan diye kahvaltıda harcamak… Zamanın ruhu bu işte.
Dünya kupasının ertesinde twitter’a yazdım: Bize Messi 30 sene önce geldi, adı Rıdvan Dilmen’di ve biz onu korumak, pamuklara sarmak yerine bacağını kırdık, bilerek ve tasarlayarak, acımasızca… Ve kariyerini daha başlarken bitirdik.
Rıdvan Dilmen’e yaptığımız şeyle Tarkovski’ye yaptığımız şey arasında bazı benzerlikler var. Kestirip atmak diyebiliriz, farklı olanı hayatımızın sıradanlığına çekmek diyebiliriz, sırf beğenmediğimiz politik görüşleri var diye bir yeteneği görmezden gelmek diyebiliriz… Bu benzerliği saatlerce konuşabiliriz, ama biz Tarkovski gibi yapalım; burada bir boşluk bırakalım. Hikâyeler arasında boşluklar kalsın ve istediğiniz gibi dolduralım; bu ülkenin gerçek ve saf yetenekle olan ilişkisinden kişisel hikâyelerimize kadar, neyle istersek…
…Ve Kurban’la bitirelim; Oturup kabak gibi izlerseniz bir şey anlamazsanız, izleyiciye tavsiyem, önce filmle ilgili bir iki yazı okuması, Mehmet Açar ve Alin Taşçıyan başta olmak üzere Youtube’da inceleme videosu izlemesi, sonra filmi izlerken bunları tamamen unutması ve kendini anlatıya, anlatının şiirine bırakması. Bach’ın Passion’ula başlıyor Kurban ve oradan itibaren gevşemenizi ve kendinizi anlatıya bırakmanızı talep ediyor. Aramayın, çözmeye çalışmayın, bazı şeyleri önceden bilin ve kendinizi şiire bırakın…
Sonra tamamen şımarıkça kendi hikâyenizi yazın. Tarkovski filmi türlü okumalara açık yaptığını söylüyor ve izleyeceğiniz incelemelerin, sonra oluşturduğunuz kişisel hikâyenin birbirinden oldukça farklı ama kendi içinde tutarlı, anlamlı olması, aynı hikâyenin birbirinden bunca farklı okumayı mümkün hale getirmesi, bu sanatsal bir mucize değil de nedir? Bunu yapan dahi değil de nedir? Adam sanki artık dünyaya fazla geldiği için ölmüş gibi, ölmeden sinemayı gerçek bir sanat haline getirmiş, ona ihtiyacı olan saygınlığı bırakmış gibi, şiiri sinemayla buluşturmada kendinden önceki ve sonraki herkesi geçmiş gibi. Bergman Tarkovski için “O bizim etrafında dolandığımız şeylerin içinde rahatça geziniyordu” der. Büyük sanatçılar kendilerini kolayca ele vermez, başta da dediğimiz gibi; kenarında köşesinde dolanarak, ufak parçalar kopararak, hayatını, sanatını başka okumalarla anlayarak yavaş yavaş bu gizemi çözmek, hatta notlar almak, zamana yayılan, ama bir polisiye gibi heyecan verici bir şey. Buna lüksünüz olduğu için kendinizi çok iyi hissettiğiniz bir yolculuk. Ucu Bach’a, Leonardo da Vinci’ye değen, büyük sanatçılar arasındaki bağları gördüğünüz, ilişkileri çözdüğünüz ve her seferinde eskisinden daha iyi biri olduğunuzu hissettiğiniz bu yolculuğu Tarkovski’yle birlikte aşırı tavsiye ederim.