“Kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim
sessiz akan bir ırmağım geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım…” Behçet AYSAN
Sanal büyünün karmaşasıyla, sanal yığınlara dönüşeli epey zaman olmuş… Blok halinde beğen butonuna koşturalı ve blok halinde kınamaların kaydığı zaman tünelleri… Bireyin birey olamadığı, toplumun yarı baygın bir koroya dönüştürüldüğü gürültülü bir yalnızlık…
“Kendimden koparak bir birey olduğumu, yabancıların gözünde yabancı bir birey olduğumu kavradığım o anlarda, günlük hayatın içinde ya da tesadüfen karşılaşıp konuştuğum insanlara fiziksel ve hatta ahlaki açıdan nasıl göründüğümü hep merak etmişimdir…” diye yazmış Fernando Pessoa
İçinde bulunduğumuz kaotik Dünya, karşı karşıya olduğumuz fiziksel ve düşünsel çöküş, savaşlar, nükleer tahribat, doğal kaynakların ufalanması, çevre sorunları, toplumsal sorunların yığın sorunlarına dönüşmesi ve daha bir sürü bireysel sarmal…
Tezer Özlü’nün çığlığı gibi biraz da, “Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, benim gerçeğim değil…”
Bu gerçek çoğu zaman, anlamsız bir sızıyla salınmaya mahkûmdur… Bitişine inanmadığınız hüzünlü bir ana fısıldar gibi…
Evrenin taşımakta güçleştiği kentsel yoğunluk, teknolojinin sunduğu yapay rol modeller, tüketim çılgınlığını karşılayabilecek üretim ve tanımsız çalışma koşulları…
“Birey daima fikirden güçlüdür ama kendisi olarak kalması şarttır. İnsanın tek bilmesi gereken, insan olduğu ve öyle kalmak istediğidir…” diye yazmış Stefan Zweig
Aslında toplumsal anlayışın yarattığı travmada başlıyor her şey… Çünkü toplumun yarattığı kalıplarda birey yoktur… Onu türlü algılarla eriten toplum yığınları vardır. Ona hayatı kanıksatan, kabullendiren, duygusuzca büyüten toplum kalıpları… Onu sanal dünyanın pençesine bırakan, bireyi işletme çarkına çeviren, çarpık yapılaşmalarla betonlaştıran bir sarmal.
Sigmund Freud’un dediği gibi; “Artık davranışlarının bilincinde değildir birey…”
Bu ve bunun gibi insancıl sorunların gündemden düşmesi için dünyanın hemen her bölgesinde türlü algılarla bambaşka bir hayat sunuluyor… Bu kurgusal döngüde, bilim ve teknolojideki tüm gelişmelere rağmen birey, kontrolü dışında gelişen ve oyun kurucu güçlerin yaratacağı görüntülerin insafına terk edilmiş…
Yalnızlaşan bireyler…
Savaşlar…
Kadın ve çocuk cinayetleri
Kölelik şartlarında çalıştırılan mülteciler ve çocuk işçiliği…
Çevrenin tahribatı…
“Böylesine otomatikleşmiş bir düzende yaşayan insan; insan olduğunu, eşi benzeri olmayan bir birey olduğunu; umutları, düş kırıklıkları, üzüntüleri, korkuları, sevgisi, özlemi, yalnızlık ve hiçlik korkusuyla birlikte kendisine tek bir yaşama şansı verildiğini nasıl unutmasın??…” diyor Erich Fromm
Oysa doğa ve canlılık hiçbir boşluğu kabul etmez… Kendine kimim sorusunu dahi sormayan bireyleri hiç kabul etmez… Kuşkuyu sevmez, karamsarlığı hiç… Hatırlanmak ister, hatırlatmak… Yaşamın bir kırılganlık anı olduğunu bilir. Bir gölgenin rüyası gibi, bütün renkleri değiştiren sıcak bir mevsim gibi…
Ve Behçet AYSAN;
“hep yol boyunca düşündüm bunları
sadece kuşlardı aralanınca ölümün kapısı
şarkı söyleyen çıplak ve yalnız…”