Toprağın bereketinde durma…

Buğdayın senfonisini dinleme zamanı… Asi Nehri, Hatay’da bir ırmak olmanın çok ötesinde bir anlam taşır ve Nil Nehri’nin Mısır’da gördüğü bir işlevi görür. Hani o meşhur, “Mısır, Nil’in çocuğudur” sözünde olduğu gibi, bir anlamda “Amik, Asi’nin kader arkadaşıdır” aslında. Bugünün kelimeleri; Asi Nehri’ni, Amik Ovası’nı, buğday tarlalarının hasat zamanlarını, içinde yaşadığımız coğrafyanın düne dair fısıltılarını […]

Buğdayın senfonisini dinleme zamanı…

Asi Nehri, Hatay’da bir ırmak olmanın çok ötesinde bir anlam taşır ve Nil Nehri’nin Mısır’da gördüğü bir işlevi görür. Hani o meşhur, “Mısır, Nil’in çocuğudur” sözünde olduğu gibi, bir anlamda “Amik, Asi’nin kader arkadaşıdır” aslında. Bugünün kelimeleri; Asi Nehri’ni, Amik Ovası’nı, buğday tarlalarının hasat zamanlarını, içinde yaşadığımız coğrafyanın düne dair fısıltılarını bizlere bir kez daha hatırlatan Hüseyin Yayman’dan gelsin.

Azalan yağışlar, artan kuraklık, denizlerdeki kirlilik, nehirlerle taşınan plastikler, doğal yaşam alanlarının taş ocaklarıyla işgali, çarpık kentleşme ve çok daha fazlası… Çevre başlığında herkesin elinde tuttuğu fotoğraf kareleri farklı olsa da, sıkıntılar ortak ve konuşulanlar da can sıkıcı ama…
Bugün, bu eldeki fotoğraf karelerinden biraz uzaklaşıp, bir dönem “Buğdaya Senfoni” diyen bir yazı kaleme alan, Hatay’ın AK Parti Milletvekili Hüseyin Yayman’da duralım ve bizlere, Hatay’ın verimli topraklarında, buğday tanelerinin bereketinde, o bereketi hazırlayan üretim gücünün emekçi insanlarında, geleneğinde, en çok da hayatın kendisinde unuttuklarımızı hatırlatsın. Düne dair kelimeleri, bugünden yarının telaşını yaşayan bizlere, ‘düşünün’ desin. İşte o kelimeler…

Kadim Antakya’yı arkanıza alıp, kuzeye doğru kıvrılan karayoluna girdiğinizde, yolun sağında ve solunda yeşil, sarı, boz renkte tarlalar görürsünüz. Aziz Petrus’u sol yanınızda bırakırken, tarihe ve zamanın türlü yıkımlarına direnen ulu mabet size el sallar. Yol boyunca Asi Nehri, kimi yerde tam kıyıdan, kimi zaman da az öteden size eşlik eder. Asi, ovada durgunlaşıp hızını kaybettiğinden, burada menderesler yaparak ilerler. Yaz mevsiminde suyu kuruyup çekilen nehir yatağı, çocukların oyun alanı haline gelir. Küçükdalyan beldesinde Karasu Çayı ile birleşen nehir, ovaya hayat vererek yoluna devam eder ve Tekebaşı mevkiinde delta oluşturarak Akdeniz’ine kavuşur.
-KADER ARKADAŞI-
Asi Nehri, Hatay’da bir ırmak olmanın çok ötesinde bir anlam taşır ve Nil Nehri’nin Mısır’da gördüğü bir işlevi görür. Hani o meşhur, “Mısır, Nil’in çocuğudur” sözünde olduğu gibi, bir anlamda “Amik, Asi’nin kader arkadaşıdır” aslında.
Asi Nehri, Lübnan dağlarından kalkıp Amik Ovası’na geldiğinde, artık yükünü almış ve yorgunlaşmıştır. Ova, onun için, binlerce yıldır taşkınlarıyla suladığı bereketli topraklar demektir. Nehir, denize ulaşmadan önce son molasını burada verir.
Narlıca, Suvatlı arkanızda kalırken, yol kenarındaki bereketli topraklar gözünüzü alır. Burada, ovanın ne kadar bereketli olduğunu ifade için, halk arasında “kuru çubuğu diksen yeşillenir” sözü kullanılır. Bu yol, sizi kırk dakika sonra, bir vahayı andıran Yenişehir Gölü’ne ve sonrasında Reyhanlı’ya çıkaracaktır. Adını, Derviş Paşa iskanı sırasında buraya yerleştirilen Reyhani Aşireti’nden alan ilçenin ismidir Reyhanlı.
Burası, etnik bakımdan farklı milletlerin ve farklı dillerin konuşulduğu bir yerdir. Tarihi Hititlerden, Asurlulara ve Romalılara kadar uzanan bu ilçe, höyükleriyle meşhurdur. Reyhanlı, Türkiye’nin güneydeki sınır kapısı olan Cilvegözü’ne ev sahipliği yapan bir yerdir.
Cilvegözü sınır kapısı, Türkiye’yi ve Avrupa’yı Ortadoğu ve Afrika’ya bağlayan bir sınır kapısıdır. Avrasya’nın denize açılan kapısı konumunda olan mevki, yörede E-5 yolu olarak bilinen Europe -5 yolunun tam üzerindedir. Tarihi Cudeyde Höyüğü, tampon bölgesinde kalan Kızlar Sarayı, tarihi Şark Hamamı, Roma döneminde İmma adıyla bilinen ve şimdiki Yenişehir Gölü’nün bulunduğu yer görülmeye değer yerlerdir. Reyhanlı; Şam, Halep, Hama, Humus gibi Suriye vilayetlerine Ankara’dan daha kolay ulaşabilen ve her saat otobüs seferlerinin olduğu, sokaklarında Arapça’nın konuşulduğu ve Arap ezgilerinin çalındığı bir yerdir.
-TOPRAK ANA-
Asi’nin hayat vermesiyle beslenen ovada, senede üç ürün almak mümkündür. Burada toprak ana, hiç olmadığı kadar cömerttir insanoğluna karşı. Toprağın bu alicenaplığından ötürü, yörenin insanı da olabildiğine cömerttir. Amik Ovası’nda hiç kimse tane hesabı bilmez ve ovada yetiştirilen tüm ürünler de harman hesabıyla yapılır. Kavun, karpuz, domates, ki domatesin buradaki mahalli adı Banadura’dır, mısır, havuç, pamuk, arpa, buğday, aklınıza gelen tüm ürünler burada harman halinde yığılır ve yakından geçen insanlara ihtiyaçları ne kadarsa takdim edilir.
Köyün harman yerine yığılan mahsuller, ya paketlenmek üzere işçileri bekler ya da toptan devredilmek üzere tüccarları bekler. Harman yerinde yığılan mahsullere kimse dönüp yan gözle bakmaz, sadece inek ve koyunların zarar vermemesi için birkaç çocuk başında bekler. Yoldan geçen herhangi bir adem veya bir çerçi selam verdiğinde, muhakkak davet edilir ve aç ise yemek verilir, yok eğer tok ise dut ağacının gölgesinde tuzlu bir ayran ikram edilir. Ovanın insanı, bu kadar cömert ve gözü boldur. Her ne kadar son dönemde bu adetler azalsa da, halen köylerde yaygın olarak icra edilir.
Ova, o kadar bereketli ve ürün o kadar boldur ki, eğer iklim uygun giderse, bir dönümden ortalama sekiz dokuz ton havuç ya da bir dönümden bir tona yakın mısır almak mümkündür. Bu rakamlar, Hollanda gibi, İsrail gibi gelişmiş ziraatçılık yapılan memleketlerin yanında belki düşük kalabilir ama… Türkiye’nin diğer yöreleriyle mukayese edildiğinde oldukça yüksektir.
-HASAT-
Toprak, verimli ve getirisi daha çok olduğu için, yakın zamana kadar pamuk ekimi yapılırdı. Son dönemde girdilerin yükselmesine bağlı olarak, pamuk tarımı yerine buğday-mısır ekimi yaygınlık kazanmaya başladı. Güzün tarlaya ekilen buğday baharda ekin haline gelip başak bağladığında, ovada Nisan ayı, dağ köylerinde ise mayıs ayıdır. Dağda bahar uzun sürdüğünden, yaz da gecikmeli gelir. Susuz kıraç tarlalarda buğdayın hasadı daha erken olur.
Buğday, uğruna savaşların verildiği kutsal ürün… Amik Ovası’nda buğdaya, Anadolu’nun birçok yerinde olduğu ekin derler. Baharda, hafif rüzgarlı havada dalgalandığında yeşil bir denizi andıran ekin tarlaları, Mayıs sıcaklarıyla sararır ve olgun başaklar başını aşağıya çevirir. Dolu buğday başağı, bu haliyle biz insanoğluna en temel tasavvufi hakikati hatırlatır.
Reyhanlı yoluna devam ettiğinizde, yolun iki yanında kalan buğday tarlaları, size altın sarısı bir denizde uçtuğunuz hissi verir. Asi üzerindeki tarihi Demirköprü’yü geçtikten sonra sizi karşılayan Devlet Üretme Çiftliği, eski ihtişamlı günlerini arar vaziyettedir. Bu mıntıka, ovanın en verimli arazilerinin olduğu yerdir. Yerli halkın ‘deniz’ adını verdikleri Amik Gölü’nün kurutulmasıyla tarıma açılan araziler içinde en kıymetli araziler bu muhittedir. Hali hazırda ciddi su sorunu yaşanan bölgede sulama sorunu çözüldüğünde, yeni bir Amik Ovası daha kazanılacaktır.
-1 SINIR 2 HAYAT-
Üretme çiftliğinin hemen karşısında, Suriye hududu ve sınır teli vardır. Yol, burada, sınır telinin hemen yanında ilerler. Yolun sol tarafında buğday tarlaları, sağ tarafında ise Suriye toprakları vardır. Suriye devlet sınırı ile yol, sıfır noktadır. Telden adımınızı bir adım ileriye attığınızda, Suriye topraklarına ve mayınlı araziye geçmiş olursunuz. İnsana saçma ve tuhaf gelen bu durum, sınırların bazen nasıl suni yapılanmalar olduğunun çarpıcı bir örneğini oluşturur. Eğer hayatınızda hiç sınır boyu ve sınır teli görmemiş iseniz, burayı muhakkak görmelisiniz. Hayatınızda hiç yaşamadığınız bir tecrübeyi eminim ki edinmiş olacaksınızdır.
-DOĞUMDAN ÖLÜME-
Ovada, sene uygun geçerse, dönüme yedi yüz-sekiz yüz kilo buğday alınır, ki gerçekten bu rakamlar harikadır. Fakat yörenin her yerinde toprak bu denli bereketli değildir. Özellikle susuz ve kıraç arazilerde, buğday verimi üç yüz kiloya kadar düşer. Gübre, mazot, tohum ve işçilik ücretlerinin bu denli yüksek olduğu bir dönemde bu rekolte tamamen zarar demektir. Zarar etmesine rağmen, çiftçi bazen alışkanlıktan, bazen mecburiyetten, bazen de yapacak başka bir işi olmadığından, buğday ekmeye devam eder.
Buğday, yörede kutsallık mertebesine erişmiş bir mahsuldür. Buğday, tohumundan başlayarak, un haline gelinceye değin her safhasında ilahi bir hürmet ve iltifat görür. Buğday, burada nimettir. Yerden alınıp, öpülerek başa götürülür ve yüksekçe bir yere bırakılır. Uğruna savaşların çıktığı bir üründür, buğday. Tarih öncesi kazılar dahil olmak üzere, tüm kazılarda, kral mezarlarının içinde tılsım olarak bırakılan buğday, yörede bereketi ve zenginliği sembolize eder. Küplerde saklanan buğday, aynı zamanda medeniyetin de nişanesidir. Eğer bir kazıda buğday bulunursa, orada medeniyet ve bereket var demektir. Amik’te beyaz gelinliğini giymiş kızların, yeni evlerine girerken, kapıda başına buğday serpilir. Yani burada buğday, doğumdan düğüne ve ölüme kadar hayatın ta kendisidir.
-HAYATTIR-
İkinci Dünya savaşının kıtlık yıllarını hatırlayan büyüklerimiz, buğdayın ehemmiyetini anlata anlata bitiremez. Gerçekten de uğruna savaşların çıktığı buğday tanesi, küresel ısınmayla birlikte petrol kadar stratejik bir ürün haline gelmiştir. Tüm Anadolu’da olduğu gibi, burada da buğday hayatın ta kendisidir. Zaman ve mekan, buğday hasadına göre şekillenmiştir. Buğday, ziraatı yapılan bir üründen ziyade, kutsal bir varlık haline gelmiş ve insanı kendi kalıbına sokan bir anlama bürünmüştür. Buğday kadar insanoğlunun yüreğine giren çok az ürün vardır herhalde. Gerçekten de, ilk mağara resimlerinden taş devri kabartma resimlerine baktığımızda, buğday, barışın ve bereketin sembolü olarak her daim başroldedir. Kimi zaman bir kralın elinde bereketi temsil eder, kimi zaman genç bir kızın elinde bereketi, kimi zaman da harp meydanını simgeler. Kimi zamansa, onu biçen orak, devrimi simgeler. Buğday kadar insanoğlunun hayatını şekillendiren ve uğruna harpler yapılan başka bir mahsul yoktur sanırım.
-ANLAMI, YÜKÜ-
Buğday başağından yapılan süsler, burada hemen her köy evinde görebileceğiniz doğal süslerdir. Duvara asılıp, içine de gurbette olan torunun veya teskere bekleyen Mehmetçiğin solgun resminin konulduğu yerdir, buğday başağı. Refik Halit Karay’ın benzetmesiyle, “…buğday, süründüğü yeri aziz eder, geçtiği ele bereket verir, bittiği toprağı şenlendirir; bollaştığı seneye şan bırakır. Altınsız, kömürsüz, kitapsız bir dünya mümkündür, ama buğdaysız dünya olamaz. Ekinleri ufka kavuşan ovalarda, buğday başakları, esenlik işareti gibi görünür. Zaten dolgun ve kızarmış bir başak da ziynet eşyasına, süse benzer. O kadar ince, zarif, çalışılmış bir iştir. Bolluk ve bereket simgesi olan buğday başağı, aynı zamanda servet, emniyet, kuvvet belirtisidir.”
Hasadı, teknolojinin bu kadar gelişmediği zamanlarda, elle yapılan öküz arabalarıyla harman yerine taşınır, yığılan ekinler burada bir müddet bekletildikten sonra da atların ve öküzlerin çektiği çerçer denen ilkel aletlerle sapından ayrılırdı. Çerçer, genişçe bir tahtanın altına taşların yerleştirilmesiyle oluşturulan ve hayvanların çekerek yuvarlak bir çember çizdiği bir platformdu. Bir anlamda döven yerinin adıdır, harman yeri. Önce buğday taneleri başaklarından ayrılır, daha sonra bu rüzgarda savrulurdu.
Buğday tanelerinin ayrılmasıyla, bu defa kışın hayvanlara yem olası için buğday sapları toplanır ve toprak damlarda saklanırdı. Teknolojinin ilerlemesiyle beraber, biçerdöverler tüm bu işleri yapmaya, saman da patos denen makinelerle damın içine kadar el değmeden girmeye başladı.
-ÇOCUKLUĞUM-
Buğday denince hayalime, çocukluğumu geçirdiğim ova köyünde, harman beklediğim yıldızlı geceler ve transistorlü radyolar gelir. Bizim köyümüz, ova köyüdür ve hayat, burada tam bir şölen gibidir. Buğdayın, traktör ve römorkla taşındığı harman yerinde geçirdiğim çocukluk yılları ve sarı sıcak yaz mevsimleri… Tamer Yazar

Exit mobile version