Günlerdir, toplum hayatımızın en ilginç olaylarını yaşıyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 35 yıl önce aldığı üniversite diploması iptal edildikten sadece 12 saat sonra 2 ayrı operasyondan gözaltına tutuklanması, yalnızca bir siyasi figürün özgürlüğüne yönelik bir müdahale değil; Türkiye’nin hukuk devleti olma iddiasının, demokrasinin ve kurumsal meşruiyetin çok katmanlı bir sınavla karşı karşıya olduğunu gösteren timsal bir vakıa. Bu kez yaşananlar ne ilk ne de tek, fark da şurada; bu defa gözler yalnızca içeride değil, dışarıda da keskin. Uluslararası kamuoyu, yalnızca olup biteni izlemiyor; ülkeyi demokrasi literatüründe hangi sayfada anacağını yeniden tartıyor. Zira Türkiye artık birçok gözlemci için yalnızca bir ülke değil, otoriterleşme ile hukuk devleti arasında gidip gelen bir “demokrasi stres testi” hâline gelmiş durumda. (Baktım, The Ekonomist dergisi “Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor”, Le Monde gazetesi de “Erdoğan geri dönülmez adımlar atıyor, otoriterlikten otokrasiye geçiyor” yazmış.)
Şu an hemen herkesin ve özellikle de egemenliğin bizzat kendisinde olduğunun bilincinde olan herkesin kendisine sorması gereken soru şu: Türkiye nereye götürülüyor? Halihazırda kurulu hukuksal ve anayasal düzen tehlike altında. Hem de hiç olmağı kadar tehlike altında.
“Olağanüstü bir dönem”den geçtiğimiz doğru da nereye geçtiğimiz belli değil. Cem Karaca, 1999’da bestelediği, “Bindik Bir Alamete…” başlıklı şarkıda, “Bu döngü kısırdöngü, başı var da sonu yok” der. Karaca’nın bu sözlerine katılmamak mümkün mü? Bugünlerde vatandaşlarımızın büyük kesiminin haletiruhiyesi şöyle sıralanıyor: Birincisi Belirsizlik. Ülkemizin nereye gittiği, sürüklendiğini bilmiyoruz; İkincisi Karamsarlık. İşlerin iyiye gitmediğini, hatta kötüye (krize) gittiğini gözlemliyoruz; Üçüncüsü Çaresizlik. Vatandaşız ama kendimizi ikinci sınıf vatandaşı hissediyoruz. Ülkemizin kaderi üzerinde en küçük etkimizin bulunmadığı hissine sahibiz. Susuyoruz, kaçıyoruz, aklımızdan ve yüreğimizden her geçeni söyleyemiyoruz. Hele hele hiç soramıyoruz; Dördüncüsü Korku. Türkiye korkuyor… Teröre kurban gideceğinden, iç ve dış savaşlı bir kaos çıkacağından, askerdeki çocuğunun öleceğinden, malının mülkünün elinden alınacağından, herhangi bir sebepten içeri alınacağından korkuyor.
Bu kritik eşikteki kritik soru şu: iktidara yönelik toplumsal tepki sürebilecek mi ve rejimin baskı kapasitesi, rızasını büyük ölçüde geri çeken (ve baskının dozunun artması ile giderek daha da fazla geri çekecek) bir topluma ne kadar dayanabilecek?
***
Ekrem Başkan’ın gözaltına alındığı gün çektiği videoda dediği gibi, “Bu ülkede herkesin kazanılmış tüm hakları tehlike altındadır.” Siyasi olarak kendinizi o ya da bu partiye, o ya da bu lidere yakın hissedebilirsiniz. Elbette herkes herkesi beğenmek zorunda değildir. Ama artık bu yaşananlar siyaset üstü. Bu yaşananlar dünya görüşü farklılığı filan da değil. En basitinden iyilik ve kötülük arasında bir seçim bu.
İyiyi seçenlerin işi zor; çünkü susmaları bekleniyor, korkmaları bekleniyor, konuşmayıp, sorgulamayıp, tepeden inme her karara biat etmeleri bekleniyor. Bugüne kadar ettiler. Ama artık korkmuyorlar! Çünkü kimsenin kaybedecek bir şeyi kalmadı. Özellikle gençlerin… Profesör Dr. Selçuk Şirin’in 14 Mayıs 2023’teki genel seçimlerden önce yayınlanan bir röportajda şöyle diyor; “Şu an Türkiye’de genç bir insan ağzıyla kuş tutsa da, şu partide bir tanıdığı, şu tarikatta bir yakını, şu iş yerinde bir torpili yoksa sonuca ulaşamıyor. İşte o noktada sadece o genç kaybetmiyor, Türkiye kaybediyor. 17-18 yaşında gençlerin önünde kocaman bir hayat var ve gündemi en yakından onlar takip ediyorlar. Gençlerin yüzde 60’ı, 70’i “Artık bu ülkede bana yer yok” diyor. İktidardaki partilere mensup gençler de bunu söylüyor. Gençler gidiyorlar ve bir daha da dönmek istemiyorlar. Hangi siyasi kesimden olurlarsa olsunlar, ülkeden umutlarını kesmiş durumdalar. “Türkiye nereye gidiyor?” diye soracak olursanız, gençlere bakın. İyi bir yere gidiyor olsaydık gençler başka yere gitmezdi.”
Meydanları işte bu gençler; çabuk sıkıldıklarından, hızlı karar değiştirdiklerinden şikayet ettiğimiz, annelerinin karnından internete bağlı doğan, özgürlüklerine düşkün Z kuşağı gençleri dolduruyor. Türkiye’de nüfusu 20 milyonu geçen Z kuşağı için artık direnmekten ya da terk etmekten başka bir çare kalmadı gibi gözüküyor. Gençler, “İsyanımız, geleceksiz kalan bir gençliğin, geleceğini yeniden elde etme isyanıdır”/ “Biz geleceğimiz için buradayız. Bu memleket bizim” diye haykırıyor. Omuzlarında Atatürklü bayrakları, memleket sorunlarına, demokrasiye, geleceğe sahip çıkıyorlar. Gençler, “Dum spiro spero, dum spero amo, dum amo vivo.” Yani Çiçero’nun (MÖ 106 ila 43) “nefes aldığım sürece umut ederim, umutlandığım sürece severim, sevdiğim sürece yaşarım” sözüne, Ahmed Arif’in şiirlerinden aldıkları ilham ile umutlarını yeniden yeşertmek için mücadele ediyor.
Ahmed Arif “Anadolu” adlı şiirinin bir yerinde şöyle der: “Öyle yıkma kendini,/ Öyle mahzun, öyle garip…/Nerede olursan ol,/ İçerde, dışarda, derste, sırada,/ Yürü üstüne üstüne,/ Tükür yüzüne celladın,/ Fırsatçının, fesatçının, hayının…/ Dayan kitap ile/ Dayan iş ile./ Tırnak ile, diş ile,/ Umut ile, sevda ile, düş ile/ Dayan rüsva etme beni. (…) Bir umudum sende,/ Anlıyor musun?”
Biliyorlar ki, içinde yaşadığımız süreçte siyasal sistem ve bu sistemin temel duruşu artık bozulmuştur. Siyasal sistem, iktidar eliyle otoriterleşmenin doruk noktasına varmıştır. Bundan sonrası büyük bir dönüşümle sonuçlanabilir. Sözünü ettiğimiz dönüşüm, Rusya benzeri yeni bir rejim olabilir. Bu durumda muhalefet sembolik hale gelir. Var olup olmamasının bir anlamı kalmaz. Hâkim parti (Akp) temellenir ve Türkiye bundan sonra tek parti tarafından yönetilir. Bunun anlamı açıktır. Demokrasi bitmiş, hukukun üstünlüğü sona ermiş, anayasal güvence ortadan kalkmıştır.
***
Gerçekten de Türkiye siyasi bakımından tam bir “Kritik eşik” noktasındadır. Neyin nereye varacağını, neyin ne işe yarayacağını ve bu kâbustan nasıl çıkılacacağını hayal edemiyoruz. İtalyan yazar ve romancı İtalio Calvino’nun Citta İnvisibili (“Görünmez Şehirler”) adlı eserinde Marko Polo’ya söylettirdikleri belki az da olsa işimize yarar: “Cehennem gelecekte olan bir şey değildir. Eğer cehennem diye bir şey varsa, o halihazırda buradadır. Biz onu birlikteliğimizden yarattık ve onu her gün yaşıyoruz. Ondan çekilen acıdan kurtulmanın iki yolu var: Cehennemi kabul edip, onu görmeyecek kadar onun parçası olmak; ikincisi daha risklidir ve sürekli uyanık olmayı gerektiriyor: Cehennemin orta yerinde kimin ve neyin cehennem olmadığını ara, öğren ve katlanmalarına yardımcı ol, onlara alan aç.”
Evet, acilen bunları yapıp yaşadığımız kısırdöngüden çıkmamız gerekiyor. Bizleri bölen, ayıran siyasal, ideolojik, inançsal, mezhepsel, etnik fay hatlarının üzerinde köprüler kurarak bu ülkenin her kesimden barışçı, vicdanlı, namuslu iyi insanları birbirimize nasıl ulaşabiliriz? Yan yana, kardeşçe, bir arada aydınlığa ve umuda yürüyebilir miyiz? Birbirimizi ötekileştirmekten, yıpratmaktan, kemirmekten vazgeçip evrensel insanî değerler paydasında buluşmayı deneyebilir miyiz?
Kendi içimizdeki engelleri, önyargıları, husumet ve ihtirası yenebilsek, kendi yanılgılarımızı, zaaflarımızı görüp başkalarının da yanılabileceğini anlayabilsek, önce kendimizle yüzleşip, kendimizi yenip sonra ‘onu sevmiyorum, bunu beğenmiyorum, ondan farklı düşünüyorum’culuğu bir kenara bırakıp düşman gördüğümüz öteki’nin gözünün içine bakıp elini tutmaya, milyonlarca insanın “dayanışma sandıkları”yla atılan adımı kalıcı, örgütlü, katılımcı bir siyasi düzene taşıyıp erken bir seçime gidebilirsek, yeniden aydınlık günleri görebiliriz, diyorum ben.
Sorun artık sorumluluk sahibi, vicdan sahibi, özellikle makam sahibi herkesin bilinçle, akılla, vicdanla davranmasına bağlı.
Bizim de Arthur Miller*’lerimiz var. Ve günün birinde bugünleri yazacaklar. Orada, o kitaplarda, o anılarda nasıl yer almak isterdiniz?
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 28 Mart 2025
YORUMLAR