Tipik bir ‘biçimsel seçim demokrasisi’ olan Türkiye siyasal sistemi, bugüne kadar geçen süreçte periyodik seçimleri kurumsallaştırmıştır ancak; gerçek anlamda tam katılımcı olmaktan uzak, otoriter bir siyasi ve ekonomik yapıyı korumuştur. Demokratikleşme, seçimlere biçimsel katılım düzeyi ile sınırlıdır. Böyle bir yapıda geniş halk kitlelerinin seçimlere katılması sağlanarak, daha radikal değişimlerin önü ve bununla birlikte anti reformist geleneklerin sürekliliği garanti altına alınmıştır. Yeni demokratik süreçlerin kontrolden çıkıp, eşitlikçi ve sol düşüncenin “gereğinden fazla” toplumsal güç elde etmesine olanak vermeyen bu yapı, ‘yönetilemezlik’ halinde bir alternatif olarak demokratik olmayan unsurların hazırda beklemesini de, sistemin parçası kabul etmiştir. Daha geniş halk katılımını ve sosyal adaletin temelini oluşturan toplumsal reformu gündeminden tamamen uzak tutmuştur. Tek başına toplumsal reformsuz bu biçimsel demokrasi de, ekonomik eşitsizliği arttırmış, toplumdaki eşitsiz, adaletsiz erk, kaynak ve gelir paylaşımı giderek yoğunlaşmıştır
AKP bu koşullarda, Noam Chomsky’nin “erki ellerinde tutanların demokrasiyi kendi erklerini meşrulaştırma, halkı hareketsiz ve karar süreçlerinin dışında tutmanın “ideolojik bir aracı” olarak kullandıkları ve bloke ettikleri” saptamasında olduğu gibi, demokrasiyi amaçları için bir araç kılarak, katıldığı tüm seçimlerde ( 31 Mart Yerel Seçimleri bir değişimin başladığını göstermekle birlikte) daima tercih edilir olma konumunu korudu. Yapısal ve işlevsel unsurlarıyla siyasal ve ekonomik hakimiyetini oluşturan çok katmanlı erk merkeziyeti, kamusal ve özel alanın bütününü kaplayan siyasallaşmış din temelli sosyokültürel, eğitsel hegemonik anlayışı ve pratiği ile fazla zarara uğramdan acı, eşitsizliği ve yoksulluğu arttıran, daha baskıcı toplumsal ve ekonomik politikalar izlemekte, ilerici reformları engellemekte ve kendi anlayışı doğrultusunda oluşturduğu bir statükoyu hala koruyarak, daha katı bir tek adam rejimine dönüşmekte.
GEZİ’NİN ANLAMI
Ekonomi- politik bir yaklaşımla bu durum; her şeyin bir fiyatının olduğu değişim ilişkisinde, doğrudan kendini gösteren bir “özgürsüzlüğü” ifade ediyor. Gezi eylemliliği de tam anlamıyla; bu “özgürsüzlüğe” karşı çıkışın, “her şeyin fiyatı olduğu sürece özgürlük yoktur” anlayışının; doğaya, sağlıklı bir çevreye, insan merkezli kent hakkına, doğanın ve tüm canlıların korunduğu, baskının olmadığı, eşit ve özgür yaşanacak , demokratik, laik, hukukun üstünlüğüne dayalı,bir toplumsal ve siyasal düzende yaşam isteğinin eylem halini oluşturmuştu. Gezi eylemleri; sil baştan yeni bir toplumsal düzen kurabilecek, kökten bir yeniden kuruluş niteliği ve amacı taşıyan, büyük ölçüde de böyle bir olanaklılığı da onaylayan eylemler değildi.. Ancak, kimi oldukça önemli sosyoekonomik, ekolojik ve siyasal dönüşümleri, demokratik kurumlar bağlamında gerçekleştirmeyi amaçlayan bu eylemlerin öznelliği ve tekliği; iktidar ilişkilerine soyut bir itiraz değil, ciddi şekilde karşı koymanın etkili bir yolunu oluşturmasından, demokratik yeni söylemler ve biçimler ortaya koymasından kaynaklanıyor. Bu eylemlerde toplumun değişik ve farklı kesimleri; yeni mücadele yöntemlerini keşfetmiş bulunuyor. Toplum Gezi ile, artık itaatkar olmaktan çok, başına buyruk olmanın, merkezi bir otoritenin yönlendirdiği bir muhalefet için değil, kendiliğinden oluşan beraberliklerin içinde bulunmanın farkını deneyimlemiş durumda. Aynı hareketin parçaları olduklarını kavrayarak ve farklılıklara saygı göstererek bir arada olmanın ve tartışmanın önemini biliyor. Bu nedenle eylemler; geleneksel politikada “görülebilir olanla görülemez olanı, hayal edilebilir olan ile edilemez olan arasındaki ilişkiyi” ve “bu ilişkideki değişimleri düzenleyen kurucu unsurları” yeniden düşünmemizi/ sorgulamamızı zorunlu hale getirdi.
Bu anlamda Gezi eylemleri bir “hareket” değil; sayısız kişisel tercihi, hesaplaşmaları, ilhamları, fedakarlıkları, yeni istekleri, kederleri ve hareket esnasında oluşan anıları içeren; özgürlüğün tanınması, seçilmesi ve peşine düşülmesi yolunda bir “eylem içinde özgürlük” deneyimidir.
O nedenle iktidarın ele geçirilmesine odaklı değildi. Herhangi bir partiye kanalize olmayı amaçlamadı. Çeşitliliğe, mücadelenin çok sesliliğine dayanmaktaydı. Her türlü dışlayıcı, ayrımcı örgütlenme biçimine karşıydı ve devletin dilini, mantığını ve hepsinden öte, kitlelere dayattığı zaman ve ritimleri, mekan işgalini reddetmekteydi. Bu reddedişin; yeni bir muhalefet deneyimini, yeni bir toplumsal iletişimi, yeni bir kamusal biçimi, yeni ortaklıkları ve işlerin yürütülmesinin farklı bir tarzını kalıcı olarak yaratması olanaklıdır. Bunu için herhangi bir model yok. Tek model, deneyimlerin çeşitliliği ve bu eylemliliğin buluşları olacaktır.
Gezi’yi suç göstermeye, ondan suçlu üretmeye çalışanların amacı, bu olanağı ortadan kaldırmaktır.
Ama Türkiye toplumu, bu olanağı yaratacaktır. Baskının olmadığı, eşit ve özgür yaşanacak, doğanın ve tüm canlıların korunduğu, herkesin insan onuruna yakışır bir gelire sahip olduğu, adaletli bölüşüme, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik, laik bir toplumsal ve siyasal düzen oluşturma inancından ve kararlılığından vazgeçmeyecektir. Berkin’nin, Ali İsmail’in, Abdullah’ın, Ahmet’in, Ethem’in, Medeni ve tüm yaşamlarını yitirenlerin “düşlerindeki özgür dünyayı” sahiplenecek ve hukuka aykırı yargılamalarla, ısrarla ve inatla Gezi’de oldukları gerekçesiyle kendilerine “suç yüklenenler” için adalet istemeyi sürdürecektir.
“Daha iyi bir yaşam olasılığına ilk inananlar biz değiliz, sonuncu olmayacağımız da kesin! Hiçbir ideale sahip olmayanlar, bizi fena halde küçümseyecekler” Önemi yok! Biliyoruz ki eğer bir daha kimse bizimle aynı duygulara kapılmazsa, dünya çok daha yoksul bir yer olacak!…” gerçeğini unutmayacaktır.
* Hukukçu/Akademisyen