“VİCDAN KAYBIMIZ”

Vicdan kavramı; akıl, sağduyu, adalet ve merhamet (acıma) duygularının toplamı olduğudur. Bazı Batı dillerinde vicdan (concience/consience), bilinçle eşanlamlıdır. Vicdan kavramının (olgusunun) ne ölçüde akılla, ne ölçüde inanışlarla ilgili olduğu konusu gerçekten düşünüp irdelenmeye değer.   Akıl ve vicdanımızın bize gösterdiği yol ile, egomuzun ve dizginleyemediğimiz hırslarımızın istekleri arasında zaman zaman seçimler yapmak, iç çatışmalara girmek […]

Vicdan kavramı; akıl, sağduyu, adalet ve merhamet (acıma) duygularının toplamı olduğudur. Bazı Batı dillerinde vicdan (concience/consience), bilinçle eşanlamlıdır. Vicdan kavramının (olgusunun) ne ölçüde akılla, ne ölçüde inanışlarla ilgili olduğu konusu gerçekten düşünüp irdelenmeye değer.

 

Akıl ve vicdanımızın bize gösterdiği yol ile, egomuzun ve dizginleyemediğimiz hırslarımızın istekleri arasında zaman zaman seçimler yapmak, iç çatışmalara girmek durumunda kalırız. Çoğu zaman da egomuzu ve hırslarımızı kayırmak gibi bir alışkanlığı ediniriz. Ancak iç huzurumuz için vicdana ihtiyacımız bulunmakta. MÖ 1300’lü yıllarda yaşayan Amenemope isimli bir yöneticiye atfedilen ve günümüzde British Museum arşivlerinde bulunan “Amenemope’nin Bilgeliği” kitabında şu söylemi görürüz: “Huzur dolu bir kalple bir parça ekmek, vicdan azabı ile beraber olan zenginlikten bin kere daha iyidir.”

 

Türk yazar ve iş adamı Hanri Benazus, “En Güçlü Tanık Vicdan” isimli kitabında vicdanı şöyle tanımlamakta. “Vicdan; kendi kendimizi suçlayabilme, sorgulayabilme, direnebilme ve gerektiğinde savaş açabilme, kendimizi kendimize tanık edip, kendi kendimize ceza kesme üstünlüğüdür.”

 

İnsan olarak evrenin bir yansıması olduğumuzu unutarak, egolarımızın, hırslarımızın, çıkarlarımızın ve gücün peşinden gittiğimiz, vicdanımızı hayatımızdan uzaklaştırdığımız bir dünya yaşanabilir olur mu? Vicdanın içimizden gelen sesini bastırmadan, sevgiyle yaklaşmakla, sorumluca davranmakla, empati yapmakla dünyayı yaşanabilir kılabiliriz. “Kalbimizde Tanrı’nın ışığı vardır, onun adı da vicdandır.” (Tolstoy)

 

Vicdan, insanın tek gerçek dostudur. Vicdanını dost bil, dinle sözünü. Ve bir gün aklın ile vicdanın arasında kalırsan eğer, vicdanını seç! Çünkü aklın çıkarlarını korur, vicdanın ise insanlığını.

 

Yahudi kökenli Almanya doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof Erich Fromm, hümanist vicdan anlayışını şöyle anlatmakta. “Vicdan, kendi içimizdeki bilgidir, yargıdır. Sadece aklımızın değil, tüm kişiliğimizin gösterdiği tepkidir. Vicdan kendimizin kendimize gösterdiği tepkidir. Kendine başkaldırıdır. Kendi sesimizi dinlemeyi başarabilmektir. Kendi sesini duymayan ve dinlemeyen insana çoğu kez, uyku; insanın vicdanını susturamayacağı biricik fırsattır.”

 

*

İnsanlık tarihinde bunun bir ders niteliğinde örneği vardır: Yıl 1563. Yer İsviçre’nin Cenevre şehir’i. Kent halkı büyük bir coşkuyla “Üstat Calvin”i kentin yönetimine getirmektedir. “Üstat Calvin” Cenevre kentini Protestanlığın en katı biçimiyle yönetecek, kendi bağnaz yorumlarıyla halkı baskı altına alacaktır. Kendine karşı çıkmayı “Tanrı emrini aşağılamak” olarak kabul ederek diktasını en sert biçimde sürdürecektir.

 

Bir kişi, bir tek kişi bu suskun ortamda “vicdanın sesi” olarak ayağa kalkacak ve sesini yükseltecektir. “Sebastian Castellio”, Basel kentinin bu üniversite öğretim üyesi, Calvin’in uygulamalarının dine ve Tanrı’ya değil, kendi zorbalığına hizmet ettiğini ileri sürecektir. Calvin, bütün şiddetini ona yönelterek savaşacak, zorbalığını dinin emri göstererek Castellio’yu suçlayacaktır.

 

Avusturyalı romancı Stefan Zweig’ın ‘Bir Vicdan Zorbalığa Karşı’ (İletişim Yayınları; 2018) eşsiz yapıtı bu insanlık tarihinin en ibret verici dönemini anlatır.

 

Sonunda kim mi kazanır? Sonunda “vicdan” kazanır, insanlık kazanır, uygarlık kazanır. Hümanizma, Aydınlanma ve Rönesans bu olaylarla insanlığın kazandığı uygarlık olur.

 

Stefan Zweig’ın kitabının son sözleri bunu ifade eder:

 

“Her yeni insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve birileri daima insanlığın ve insaniyetin devredilemez hakları için verilen eski savaşı üstüne almayı düşünsel bir görev olarak aklına getirir, her Calvin’e karşı daima bir Castellio ayağa kalkar ve şiddetin tüm zorbalığına karşı düşüncenin yüce bağımsızlığını savunur…”

 

*

Benim bu konuda özetle söyleyebileceğim, insanlığın bugün ulaşmış olduğu bilgi düzeyinde bu kavramın adalet kavramıyla tam anlamda örtüşmüş olduğudur. Buna karşılık, dinci, şoven milliyetçi vb. bilim dışı, akıldışı inanışlarla vicdan olgusunun çatışkısının acı örneklerini her günümüzde de görüp yaşamaktayız.

 

Hayatta olup bitenleri vicdani açıdan sorgulamayı bıraktık. Vicdanımızın terazisini kaybediyor çoğumuz. Çıkarılarımız aklımızın rehberliğini engelliyor. Aklımız yüreğimizle buluşmuyor. İşin kolayına kaçıyoruz: “Bizden olmayanlar”/“Düşmanlar” ne yapıyorlarsa kötü, ‘bizden olanlar’/“bizimkiler” ne yapıyorsa iyi olduğu kanısı yaygın artık. Baştan safını belirlemek yetiyor. O kadar kolay her şey. Sonra her bir olay üzerine ayrıca düşünmek, kafa patlatmak, sorgulamak gerekmiyor. Ya siyah, ya beyaz! Grinin hiçbir tonuna yer yok burada!

 

Şaşıyorum, bunca “vicdan yükü”nü bu insanlar nasıl taşıyor? Yönetenler, destekleyenler, içinde olanlar, yanındakiler, bilip de bilmezden gelenler, görüp de başını çevirenler! Bunca “vicdan yükü”ne nasıl katlanıyorlar? AKP’nin başkanı, yardımcıları, milletvekilleri, örgüt yöneticileri, destekçileri “vicdanlarını nasıl susturuyorlar?” Bunca haksızlığı, Bunca adaletsizliği, bunca yolsuzluğu, bunca insan hakkı yemeyi, suçsuz yere hapis yatanları, hakarete uğrayanları “vicdanlarına nasıl sığdırıyorlar?” Büsbütün vicdansız olamazlar. Çünkü, “vicdan” dediğimiz “içimizdeki pusula” doğuşumuzla birlikte vardır ve yaptığımız yanlışlarda bizi uyarır. Ama iktidar hırsı, iktidarın nimetleri, vicdanları kör mü ediyor, sağır mı yapıyor?

 

Elbette toplumumuzun kahir ekseriyeti yaşanan vicdanî ve ahlâkî sorunların, dinin kendisinden değil, toplumda dindar olarak bilinen bazı kişilerin ve çevrelerin yeni imkân ve fırsatlara kavuşunca yozlaşmalarından ileri geldiğini düşünüyor. Ama –ilgilenenlerin açıklıkla gördüğü üzere- sayıları gittikçe artan bir kesim de dindar görünümlü kişi ve grupların yaptikları yanlışlar [Yolsuzluk, hak hukuk ihlalleri, gelir adaletsizliği, mal ve can güvensizliği, hesap sorulamazlık, kadına kötü muamele…] üzerinden doğrudan dinimizi sorgulamaya başlamışlardır ki bu, bizim İslam tarihimizde ilk defa karşılaşılan bir olgudur.

 

İnançlar ve vicdan arasındaki çatışkının belirginleştiği günümüzün çoğulcu ve akılcı dünyasında, bir toplumu çevresinde bütünüyle toplayacak ortak-vicdani değerler ancak akla ilişkin değerler olabilir. Bütün bireyleri adaletli, merhametli, sağduyulu, akıllı, özetle vicdanlı ya da tam tersi bir toplum kuşkusuz söz konusu olamaz. Gerçekçi olan, bir toplumda aklın, sağduyunun, adalet ve merhamet duygularının, özetle vicdanın ağır basmasıdır. Ya da ne yazık ki bunun tersi… Yani bir toplumda akılsızlığın, sağduyusuzluğun, adaletsizliğin, özetle vicdansızlığın ağır basması… Var olan değerlerin de aşınıp yok olmaya yüz tutması…

 

Ne yazık ki ülkemiz tam olarak böyle bir yerde bulunmaktadır.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 6 Șubat depreminde yerle bir olmuş Antakya’da AKP’nin Hatay ilçe Belediye Başkan Adayı Tanıtım Toplantısı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı”

 

Bu sözler gerçekten vicdanen analize muhtaçtır, hukuken analize muhtaçtır, psikolojik olarak analize muhtaçtır. İnsana dair böyle bir duygu olmaz, olamaz. Kendisini ve partisini tercih etmediği için, hem de yaralı yüreklerle, yarım kalmış bedenlerle hâlâ çadırlarda yaşam mücadelesi veren depremzedelerin önünde, deprem bölgesinde 50-60 bin canın öldüğü ortamda bu sözler yardım etmediğinin ifadesi, kötülüğün itirafı, insanımızın iktidar tarafından göz göre göre çaresizliğe, umutsuzluğa terk edildiğinin kanıtıdır.

 

*

Almanya doğumlu Yahudi kökenli Amerikalı siyaset bilimci Hanne Arendt’in ifadesiyle Kötülüğün sıradanlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Eğer insanların vicdanları duyarsızlaşmışsa, yani kalpleri cehenneme dönmüşse başkalarının acıları üzerinden ideoloji tacirliği yapmayı bile bir mücahitlik gösterisine dönüştürebilirler.

 

Bir de ruhunu bir köşeye bırakmış, zalimlere kuyruk olmuş ve de Filistinli çocukların acısını bile siyasetin barbar alanını tahkim etmek için kullanan bir kesim var ki galiba onlar için yapılabilecek pek fazla bir şey yok… Gazze’de yaşananlar karşısında yüreğindeki merhameti kaybedenleri, rüzgarın önünde savrulan bir yaprak gibi hayatlarını palavralara teslim edenleri ve üç günlük dünyada iktidar ve rant uğruna, küçücük bedenleri İsrail bombalarıyla parçalanan çocukları bile siyaset pazarına sürenleri görünce öfkelenmemek mümkün değil.

 

Mesela AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Murat Kurum, Bakırköy’de katıldığı bir etkinlikte yaptığı konuşmasında demiş ki: “31 Mart’ta Gazze’deki mazlumlar sevinecek, Gazze’de elini bize uzatan kardeşlerimiz sevinecek. Gazzeli yavrularımız sevinecek. Orada Gazze’nin özgürlüğü için İBB olarak Gazze’ye yapacağımız yardımlar için inşallah 31 Mart’ta milletimiz yine gerçek belediyecilikten yana tavrını koyacaktır.”

 

Demek ki insanlar ‘hakikat’in ipini kaybettiğinde, başkalarının acılarını duyamaz hale geldiğinde vicdanlar da siyasetin dört duvarı arasına hapsolabiliyormuş…

 

Murat Kurum’un bu sözlerine Özgür Özel: “Çapsız, samimiyetsiz, istismarcı”, Ali Babacan: “Gazze’yi belediye seçimine malzeme yapmak utanç verici”, Ahmet Davutoğlu: “O kadar çağrı yaptık, Gazze için bu istismarcıları harekete geçiremedik!”, Temel Karamollaoğlu: “Gazzeli mazlumların acılarını yerel seçimlere alet etmek ahlaksızlıktır, seviyesizliktir, vicdansızlıktır!” diye sert tepkiler verdi.

 

Herhalde ben de ölmeden önce Çetin Altan gibi, “Hayal ettiğim ülke bu değildi” diyeceğim.

 

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

Bordeaux, Çarşambe 6 Mart 2024

Exit mobile version