Akıl ve vicdanımızın bize gösterdiği yol ile, egomuzun ve dizginleyemediğimiz hırslarımızın istekleri arasında zaman zaman seçimler yapmak, iç çatışmalara girmek durumunda kalırız. Çoğu zaman da egomuzu ve hırslarımızı kayırmak gibi bir alışkanlığı ediniriz. Ancak iç huzurumuz için vicdana ihtiyacımız bulunmakta. MÖ 1300’lü yıllarda yaşayan Amenemope isimli bir yöneticiye atfedilen ve günümüzde Londra’nın British Museum arşivlerinde bulunan “Amenemope’nin Bilgeliği” kitabında şu söylemi görürüz: “Huzur dolu bir kalple bir parça ekmek, vicdan azabı ile beraber olan zenginlikten bin kere daha iyidir.”
Kuşkusuz hayata ilişkin maddi yükümlülüklerimiz var. Ancak maddi olana bağımlı olacak şekilde ona esir olmak ve bir yanılsamaya kapılmak bizi vicdanın çağrılarından uzaklaştırmakta. Aklımızı vicdan terazisinde tartmazsak hakikate ve huzura doğru yol alamayız. Kürt İslam âlimi, müfessir ve yazar Said Nursi der ki; “Vicdan kalp penceresinden bakar, akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü daima açıktır.”
Vicdan, her bir olayın yürek süzgecinden geçirilmesini, empati yapılmasını, insanların zarar görme riskinin en aza indirilmesini zorunlu kılan sürekli bir ahlaki pusuladır.
Vicdan partili olamaz, siyasi davranamaz, taraftarlığı kabul edemez, sloganlarla yönlendirilemez. Vicdan asla tek bir millete, dine, ideolojiye, siyasete ait olamaz. Vicdan tek kişiliktir, içimizde, yüreğimizde, ruhumuzda olması gereken bir ahlaki değer ve güçtür.
Benim bu konuda özetle söyleyebileceğim, insanlığın bugün ulaşmış olduğu bilgi düzeyinde vicdan kavramın adalet kavramıyla tam anlamda örtüşmüş olduğudur. Buna karşılık, dinci, şoven milliyetçi vb. bilim dışı, akıldışı inanışlarla vicdan olgusunun çatışkısının acı örneklerini her günümüzde de görüp yaşamaktayız.
Hayatta olup bitenleri vicdani açıdan sorgulamayı bıraktık. Vicdanımızın terazisini kaybediyor çoğumuz. Çıkarılarımız aklımızın rehberliğini engelliyor. Aklımız yüreğimizle buluşmuyor. “Düşmanlar” ne yapıyorlarsa kötü, “bizimkiler” ne yapıyorsa iyi olduğu kanısı yaygın. Baştan safını belirlemek yetiyor. O kadar kolay her şey. Sonra her bir olay üzerine ayrıca düşünmek, kafa patlatmak, sorgulamak gerekmiyor.
Şaşıyorum, bunca “vicdan yükü”nü bu insanlar nasıl taşıyor? Yönetenler, destekleyenler, içinde olanlar, yanındakiler, bilip de bilmezden gelenler, görüp de başını çevirenler! Bunca “vicdan yükü”ne nasıl katlanıyorlar? AKP’nin başkanı, yardımcıları, milletvekilleri, örgüt yöneticileri, destekçileri “vicdanlarını nasıl susturuyorlar?” Bunca haksızlığı, bunca adaletsizliği, bunca yolsuzluğu, bunca insan hakkı yemeyi “vicdanlarına nasıl sığdırıyorlar?”
Nereye kadar sürüp gidecek bu “vicdan suskunluğu”? O “vicdan” bir gün patlayıp haykırmayacak mı? “Yeter artık, bu kadarını yapamazsınız” diyen bir vicdan sahibi çıkmayacak mı? Sizler, iktidar çemberinin içindekiler, şirketler, patronlar, ihaleciler, inşaatçılar, mühendisler, hukukçular, nasıl susuyorsunuz? Nasıl oluyor da, kabul ediyor, gördüğünüz şeylere karşı çıkamıyor, itaat kıskacının içinde vicdanınızı susturuyorsunuz?
Hatay’a önce deprem yaptı yapacağını, sonrasında hükûmet bir türlü yapmıyor, yapacağını. “Hatay’da hasarsız, az hasarlı binalara dokunmayacağız” dediler. Bu açıklamaya güvenerek depremde her şeyini yitirmiş, işsiz kalmış halk borçlanarak ruhsat alıp evlerini güçlendirdi. Şimdi bu evlere art arda yıkım kararları asılıyor.
Rezerv alan ilan edildiğinde binanızın sağlam olması hiç önemli değil, tüm mülkiyet haklarınız askıya alınıyor. Evinizin değerini gayrimenkul değerleme şirketi belirliyor. Tapunuza ortak oluyor, sizi borçlandırıyor ve size evinizi alabilecek misiniz diye soruyor, borçlandırıyor. Para bulur ve evinizin kalan kısmını almak isterseniz o günün rayiç bedelini ödemelisiniz.
Memleket patronlara, şirketleşmiş tarikatlara rezerve edilmiş masalara dönüştürüldü. Eğer önce Hatay’ı sonra tüm ülkede onlara dur diyemezsek evlerimiz, mahallemiz onların olacak. Evi olana da, kiracı olana da memleketinde, şehrinde evsizliği, sürgünü yaşatacaklar.
Erdoğan TİSK’in, patronların düzenlediği forumda “Sermaye düşmanlığı yapmadık.” dedi. Doğru, onlar hep sermaye dostuydu. Ne istedilerse verdiler. Hatay, deprem bölgesi, ranta, sermayeye peşkeş çekilmenin provası, laboratuvarıydı. Bu testin sonuçları ülke sathına, özellikle de İstanbul’a yayılmaya çalışılıyor.
Hatay’da insanlar barınamıyorlar… Ve içinde bulundukları durumun anlatılabilmesi için ne kadar araç varsa hepsini de kullanmaya çalıştılar da bir türlü duyuramadılar seslerini geçen hafta “Barınma Hakkı Mitingi”niyapana dek!
Depremde en büyük acıyı yaşamış… En çok insan kaybı yaşanmış… Çaresizliğin ve hatta sahipsizliğin en acısı gözler önüne serilmişken, geride kalan insanların yaralarının sarılması, o insanların acılarının unutturulması için çaba sarf etmek, onların barınma yerlerini yapmak, bir hükümetin en önemli görevleri arasında olması gerekmez miydi?
Hani; “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen bir anlayıştan gelen bu toplumun yöneticilerine ne oldu da Hatay’da bu insanları, çaresizliklerini haykırmak için miting yapmak zorunda bıraktılar. “Sesimizi duyun… biz çok zor durumdayız.” diyorlar.
Bu insanların seslerinin duyulmasından… Taleplerinin yerine getirilmesinden başka nasıl bir düşünceleri olabilir ki? Yoksa bu insanlar ağrımadık başlarına niye çaput bağlasınlar?
Zor dostum zor. Hatay’ıma ve Hataylılarıma reva görülenler sahiden çok zor!
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Çarşambe 7 Ağustos 2024