Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

YOKSULLUK ÜLKEMİZİN KADERİ MİDİR?

Yazmak bir imtiyaz olduğu için bunun hakkını vermek mağdurdan ve mazlumdan yana olmakla mümkündür. Kamu vicdanına ses olmak ve kamuya karşı bireyin hukukunu vikaye etmek (korumak) amaçtır. Ülkenin menfaatleri, grup menfaatleri veya milli menfaatler için yazı yazmak bir görevdir ve bir sorumluluktur. Yazı yazmada sorumluluk fikri hür, vicdanı gür tutmaktır.

 

“Varlık ve Hiçlik” felsefesini ilk kez ortaya koyan Fransız filozof Jean-Paul Sartre, her çağda yazarın/çizerin sorumluluğundan söz ederken “adını koymanın” gücünden de söz eder. Bu bir mesuliyettir. Çağın hakikatlerini görmek, şahit olduğunu anlatmak, adını koymak bir güçtür, bir sorumluluktur.

 

Ünlü şairimiz Melih Cevdet Anday da, toplum ve insan değerlerini savunurken “Telegrafhane” adlı kitabındaki bir şiirinde bu sorumluluğu dile getiriyor:

 

“Uyumayacaksın / Memleketinin hali / Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın / Çünkü sen artık o sen değilsin/ Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin / Durmadan sesler alacak / Sesler vereceksin / Uyuyamayacaksın / Düzelmeden memleketin hali / Düzelmeden dünyanın hali / Gözüne uyku giremez ki… / Uyumayacaksın / Bir sis çanı gibi gecenin içinde / Ta gün ışıyıncaya kadar Vakur, metin, sade / Çalacaksın.”

 

Öyle de, ben ne yazayım?

 

Ülkem ölüm, açlık, işsizlik, yoksuzluk rekorlarını zorlarken, insanlık onuru ayaklar altında çiğnenirken, eşitsizlik, haksızlık ve adaletsizlik insanı isyan ettirirken, hâlâ yazı yazmaya çalışmak neye yarar diye kendime sormaz değilim elbet… Ama hiçbir işe yaramasa da, belki de içinizden birini düşünmeye, öfkelendirmeye, hayatı sorgulamaya yöneltebilir diye… Ve başka ne yapılabileceğimi bilmediğimden, başka türlüsü elimden gelmediğinden, sorumluluk ve doğru bildiklerime sımsıkı tutunarak sürdürüyorum işte… .

 

***

Acayip bir ülke haline geldik. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) geçtiğimiz günlerde, ülkemizdeki mutlu insanların oranının bir yıl öncesine göre arttığı açıkladı. Toplum olarak fakirleşiyoruz, işsiz kalanların sayısı artıyor, pahalılıkla boğuşuyoruz, gırtlağa kadar borca gömülmüşüz ama tüm bunlara rağmen Türkiye’de mutluluk oranı yükseliyormuş… Fakirleşince mutlu olmak nasıl bir şey, bilemiyorum… Mutlu olmak tabii ki güzeldir ama… Yeryüzünde fakirleştikçe mutlu olan başka bir toplum var mıdır, bilemiyorum!

 

Ayrıca; bütün demokratik dünyada seçimle gelen iktidarlar, eğer ekonomiyi iyi yönetemiyorlarsa, insanlar enflasyon ve her gün yağmur gibi gelen zamlar yüzünden derin bir fakirlik/yoksulluk yaşıyorlarsa, yargı siyasallaştığı için adaletin terazisi şaşmışsa ve de özgürlükler askıya alınmışsa o iktidarın sandıkta kaybetmesi mukadderdir. Ama ne yapalım ki Türkiye bildiğimiz anlamıyla normal bir demokrasi değil. Bu ülkede toplum hafızası demokrasiye ayarlı olmadığı için seçmen davranışları başka bir mekanizmaya göre işliyor. İdeolojik aidiyetler ve itaat kültürü öylesine güçlü ki ekonomik krizin altında ezilen insanlar oy tercihlerini ekmeğinin küçülmesi üzerinden değil, ‘lider kutsallığı’ üzerinden yapıyorlar.

 

Hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan itiraf etmek gerekirse bugün yaşadıklarımızı tarihsel dini siyasal mirasımızdan bağımsız olarak düşünmek maalesef mümkün değildir. Bunun da yine bizi çepeçevre kuşatmış bulunan dinî, ideolojik ve siyasal bağnazlıklardan, fanatiklikten, cehaletten beslendiği kanaatindeyim.

 

Türkiye Cumhuriyeti, ticaret ve finans dünyasının gemlerini gayrimüslimlerden alıp Müslümanlara vermek için, çok acımasız yöntemler üzerinde kuruldu. Kulluğa koşullanan çok etnili bir ümmetten, “Türk” kimliği altında özgür bir millet yarattı. Kadını ve erkeği yasa önünde eşitledi, ulus ve yurttaşlık bilinci aşılamaya çalıştı. Müslüman ümmet, el hak, ticarette pek yetenekli çıktı. Nüfusun yoksul bile olsa görerek öğrenen ya da okuyup yazınca gözü açılan yarısı, Osmanlı kulluğu kolayca terk etti, yurttaşlığı özümsedi ve hakkını aramayı da öğrendi. Ama geniş genelinde dindar, muhafazakâr ya da eril aşiret/aile baskısından kurtulamayan ve zaten kurtulamaması için cahil bırakılan bir nüfus, toplumsal belleğine yer eden kulluk zihniyetini değiştirmedi.

 

Aynı çevrede yetişen ama az çok eğitim, epeyce de oportünist kurnazlıkla sınıf atlayan AKP muktedirleri de, sefalarının ancak “kullanışlı cahiller” sayesinde süreceğini biliyorlardı. İçinden çıktıkları halk tabanına, genetik belleğindeki kulluğa uygun davranarak bir söylemle ortaya çıktılar: “Geçmişte gereği gibi yaşamanız engellenen inancınızı, özgün kültürünüzü ve değerlerinizi, mahrum bırakıldığınız refahı sizlere bugün; yarının şimdiden üretmeye başladığımız teknolojisinden, olanaklarından ve zenginliğinden yararlandırarak yaşatacağız.”

 

Dindar, muhafazakâr kitle, bu söylemi kabul etmiş ve o toplumsal kurgunun içine gönüllü girmişse, benimsemişse, yıllardır meyvesini de almışsa; üstelik o toplumsal kurgunun siyasi örgütlenmesi tüm gerekleri ve araçlarıyla yapılandırılan devlet biçiminde güce dönüşmüşse, siz istediğiniz kadar ekonomik krizden, fakirlikten, yoksulluktan iktidarın yetersiz girişimlerini eleştirin, alay edin; kitlenin bireyleri bu girişimi bugünkü yoksulluklarını dikkate alan, çözüm getirmeye çalışan, çözüme karşı çıkanlarla mücadele ederek kendilerini kucaklayan bir iktidarın yarına umutla bakmayı sağlayan icraatı olarak görürler. Bediüzzaman’ın tabiriyle “dünya bomba olup patlasa bu inançlardan da ödün vermezler. Vermiyorlar da.

 

***

Onlara, kuru ekmek yiyorsun aç değilsin diyorlar, paran yoksa başını kaldır da şu yolların güzelliğine bak gözün gönlün açılır diyorlar, ekonomik sıkıntı çekiyorsan iki kilo et yerine yarım kilo et al diyorlar [Son günlerde sosyal medyada izlemişsinizdir; Ankara’nın ortasında sabahın erken saati 04.00’te halk yüzlerce metre ‘Ucuz Et Kuyruk’larında !], Peygamber efendimiz de midesinin üçte birini boş brakırdı diyorlar, ısınamıyorsan evde atletle dolaşma diyorlar, sokak röportajlarda bu zamları biz yapmıyoruz CHP yapıyor diyorlar…

 

Sosyal politikalardaki bu çarpıklık, AKP iktidarının yoksulları kendisine mahkûm etmeye yönelik politikaları toplum üzerinde travmatik etkilere yol açıyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma (OECD)’nin verilerine göre her 100 çocuktan 22’si yoksulluk içinde büyüyen çocuğa “kader” diye belletilen bu çaresizlik dayatmasından, beşikten mezara rehin alınışımızdan besleniyor.

 

Yoksulluğun kader olarak dayatılıp algılanması “hak arama” talebini gölgeliyor. “Fakir hep fakir kalır” kabulü yaygınlaştırılıp içselleştiriliyor. Vatandaş yardım kolisiyle mutlu edilip, ‘ben bu koliye niye muhtaç edildim’ diye düşünülmesinin önüne geçiliyor. Yoksulluk derinleşip yaygınlaştıkça yardıma muhtaç milyonlara Erdoğan’ın denetimindeki tek kişilik Saray hükümeti gıdım gıdım “yardım” yapmaya başlıyor. Öncellikleri yoksulluğu önleme, refahı adil paylaşma değil “yoksulluğu yönetmek” olduğu çok rahat bir şekilde görülüyor. Ve yoksullar, yardımı devletin değil, Erdoğan’ın yaptığını zannediyorlar. Çünkü devletin tüm birimleri bu yardımı Erdoğan’ın yaptığını dillendiriyor. Böylece 5’li çetelere, tefecilere hizmet ederek yoksulluğu derinleştiren iktidar, yoksulları adeta kendi iktidarının güvencesi haline getiriyor. Bu insani ve ahlaki bir tutum değil.

 

Evet, bu insani ve ahlaki bir tutum değil… Ama Bertolt Brecht şöyle diyor: “Önce ekmek, sonra ahlak…” Aç insanın önceliği geçmişte de ahlak değildi, günümüzde ahlak değil… Açlığın yoksulluğun derinleştiği toplumların birinci önceliği doğal olarak, geçinmek, karın doyurmaktır. “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” özdeyişinin özünde de açlığın bir kişi, aile ve toplum için tehlikeli boyutlarına vurgu yapılmıştır. Dolayısıyla sosyal devlet, adalet ve ahlak kavramlarını hem geniş kitlelerin içselleştirmesini sağlamak hem de devletle yurttaş arasındaki güveni oluşturmak için aç ve açıkta vatandaş bırakmamak durumundadır. Ancak bir devlet, halkın devleti olmaktan çıkıp bir parti devletine dönüşmüşse ve o parti de tek kişinin egemenliğinde olup tek kişinin denetimine tabi ise ahlaktan ve adaletten söz edemezsiniz. Nitekim bugün geldiğimiz nokta da maalesef budur.

 

Ahlaki değerlerin bu denli ayaklar altına alındığı bir süreç Cumhuriyet döneminde hiç yaşanmadı. İlk kez yaşanıyor. Devletin adeta bütün kurumları ahlaki zafiyetle karşı karşıya… Toplumumuzu toplum yapan değerlerin içi bilerek, isteyerek; planlı bir şekilde boşaltıldı. Ve ülkemizde ahlaksızlık ne yazık ki kurumsallaştırıldı. Devleti yöneten kişinin TBMM’de “namusu ve şerefi üzerine” ettiği yemine sadık kalmaması ahlaksızlığın ulaştığı zirveyi göstermesi açısından sorgulamamız gereken bir olaydır. Daha acı olanı ise bu olayın özellikle bazı “İslami çevrelerde (!)” kabul görmesidir. Oysa sevgili peygamberimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” der. Çıkarın; iktidar erkinin sağladığı ’korunaklıalanlarda “ezan susmaz, bayrak inmez” hamasetiyle mutlu olmanın, inancın ve ahlakın önüne geçtiği acımasız bir dönemi yaşıyoruz…

 

***

Gelecekten umutsuz muyuz? Elbette ki hayır. Bu toprakların gördüğü en büyük devlet adamı, devletimizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.” Evet, bizler adaletin ve ahlakın egemen olduğu bir Türkiye için mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğiz.

 

Zaman, kimi yaralarla kimi sorunlar için bir sargı bezidir. Sabır da bir perçin. Umut şafak sökümü, umutsuzluk da yaprak dökümüdür. Yürük sıcaklığı ve serinliği bedeni güçlü tutan, umudu kamçılayan, sağlığın belirgin özelliğidir. Hepsinin kaynağı insan sevgisi, yaşam tutkusu ve gelecek umududur.

 

Dünyanın en fırtınalı bölgesinde, cehaletin kutsandığı bir iklimde, kutuplaşmış sınıflı toplumun derin çelişkilerinin yaşandığı, zenginin daha az ve daha zengin [Son 2024 Servet Raporu’na göre, yüzde 10’luk artışla ultra zengin sayısı artışında dünya şampiyonu olduk. İkinci ABD arkamızdan nal topluyor, nal !], yoksulun daha çok ve daha yoksul, aradaki uçurumun büyük olduğu kıyıcı bir ortamda, dini kendi çıkar odaklarınca kullananlar arasında, korkunun acizlikle sınandığı bir iklimde güneşe bakmaya çalışıyoruz. Buna rağmen elimizde avcumuzda kalan tek şey özgürlük bilincimiz, aklımız ve asla vazgeçmememiz gereken iyilik düşüncesi. Vicdanımızı saflık olarak görenlere gülüp geçmeye, her şeye rağmen insan kalmaya mecburuz; akılla, bilinçle, adalet düşüncesiyle harmanlanmış iyiliği yaymaya mecburuz. Çünkü cesaretimiz, umutsuzlukla değil; Aydınlanmadan miras kalan değerler üzerine inşa edildiği için bize umutsuzluk yasak.  Metin Demirtaş’ın şiirini okumak bile yeter:

 

“Kar dalları örttü./ Kavruldu en yamanı çiçeklerin./ Kalbim katlan bunlara,/ Çünkü kıştır yaşanılan/ Amansız, limansız bir kış/ Ve sarılmışız dört bir yandan. – Ama düşün kalbim!/ Düşün kavgayla kazanılacak baharı/ Direnen, adressiz yaşayan dostları./ Fışkıracak ekinleri/ İlkyazla karlar altından. – Ve doludizgin geçerek/ Her acıyı bir sevinçle/ Yolu yok kalbim/ Sağ çıkacağız bu acılardan. – Çünkü umutsuzluk yasak!/ Yılgın türküler söylemek de./ Çünkü yürüyor umudun ordusu/ Umutsuzluğu umutla yenerek.” 

 

Umutsuzluğu umutla yenerek (gönülleri ülkemizde, hayatları Fransa’da) yaşamaya devam edeceğiz Sevgili Metin Demirtaş.

 

Başka türlüsünü bilmediğimizden, başka türlüsü elimizden gelmediğinden, ilkelerimize, doğru bildiklerimize sımsıkı tutunarak ve de çalışarak, görerek, okuyarak, anlayarak, yazarak yaşayacağız…

 

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

Bordeaux, Salı 12 Mart 2024

 

 

 

YORUMLAR

Bir adet yorum var

  1. Günaydın sevgili Garip Hocam, kaleminiz var olsun. Saygı ve sevgilerimle selamlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER