Sayısal bir denklemin kalıbına kaç sözcük sığdırabilir ki insan?
Sadeliği elden bırakmamalı, damağın o alışık tadına da sırt çevirmemeli…
Bir sözcüğün içini oyarak belki…
“Yanına gelen annesiyle çakıştı gözleri; dışı güzel içi sırlı kadınla. Ağacın diğer yanına geçti. Göğe baktı. Gezgin bulutlar tırtıl böceğine benziyordu…” Rayhan adlı öyküden
Cemile Cereb’in 3. Öykü kitabı Zincirli Kolye…
Bir duyguyu yerleştirmek, bir duyguya karşılık bulmak, bir acının, bir sevincin aritmetiğine dokunmak…
Ama keşfedilme beklentisine kapılmadan, yazdıklarıyla mutlu olabilme meselesi biraz da…
Bir ifadenin veyahut bir kurgunun altyapısını bilmek, hem okura hem de yazara farklı bir görüş alanı müjdeler…
Yazar bunun en kırılgan yoluna baş koymuş gibi…
İnsana dokunmuş ama daha çok canlıya… Sese, ahenge ve dokuya…
“Soluk duvarlarına bakıyorsun odanın. Kirli duvarlarına… Ağlamaktan kısılan sesine karşın vazgeçmiyorsun. Sessiz, sözsüz bir ağıt kımıldıyor dudaklarında…” Kader isimli öyküden
Tam olmasa da geleneğin kıskacından sıyrılarak, sokağın ve mahallenin kültürüne sarılmış… Adımlarıyla beslendiği kaldırım taşlarıyla söyleşmiş gibi…
Yazarla ondan beklenen kurgunun ilişkisi çok sık ifade edilse de, teorik anlamda duygusal farklılıklar yaratır…
Bir duyguyu gerekliliklerle sınırlamak veyahut adlandırmak ne derece sağlıklı olabilir ki…
Bir metnin ulaşması gereken mecranın dinamiği örneğin…
“Onu inceliyordum. Bir ayağında tozlu siyah bir ayakkabı vardı. Diğeri yalın ayaktı. Koygun gözleri ilk anda dikkatimi çekmişti. Acele etmiyor. Ölçülü hareketlerle yapıyordu işini…” Zincirli Kolye adlı öyküden…
Her şeyin hızla tüketildiği bir çağ bu…
Odaklanmanın neredeyse imkânsız hale geldiği bir gündem karmaşası…
Doyumsuz ve kolaycı bireylerin topluma sırnaştığı kötücül bir çağ…
Yazar öykülerindeki duygunun adaletine inanıyor gibi…
Geçmişin ve geleceğin zaaflarını kabullenmiş ve insanın olmazsa olmazı olan bir arada yaşama özlemine yönelmiş…
Elbette mizah, elbette kıyasıya eleştiri ve elbette kendiyle alay etme cesareti…
Ama en önemlisi istediği kurguyla yüzleşmek…
“Misafirlerin çoğu gitmiş. Üç kişi uzatmaları oynuyor. Dedikodunun dayanılmaz cezbesinde, ha babam de babam verip veriştiriyorlardı. Benimse gözüm masadaki kısırda. Sanırım ortadaki cevizli baklava. Onu sona bırakırım…” Metres isimli öyküden
Öykünün ne olup ne olmadığı sorusu çok farklı ifadelerle tanımlanmış…
Ne olduğu sorusundan çok ne kadar etkili olduğu konusu daha çok irdelenmeli bence… Ne kadar çok canlıyla ortaklaştığı sorusu…
Kurallarla sınırlandırmaktansa neye dokunduğuna ve nasıl dokunduğuna eğilmeli
Cemile Cereb’in 3. Öykü kitabı Zincirli Kolye La Kitap tarafından yayınlandı… İlk öykü kitabı 2015 tarihli “Bir zamanlar Affan” ; ikinci öykü kitabı “Dağların efendisi”
Yazarlar sıklıkla öykü konularının ne olabileceğini, öyküye konunun nereden bulunabileceğini, iyi öykülerin özelliklerini anlatırlar.
Roman yazarı ve edebiyat eleştirmeni E. M Forster, “Öykü, içinde hayali kahramanların olduğu kısa anlatıdır ve genelde hayatla ilgili bir mesaj kaygısı vardır” der.
Bir metni tanımlamak, zamanda yapacağı yolculuğu keskin faylarla ayırmaz… Okurun debisini yoklar, duygusuna ve çıkarımlarına ilişir…
Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim; Cemile Cereb, inanarak yazmış. Bireyin en sade hislerine yönelmiş…
Kısa, öz ve okuyucunun kafasında oluşması gereken o etkiye odaklanmış…
Nicelerine…