Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç
Garip Turunç

ZULÜM

Zulüm: Güçlü bir kimsenin veya kurumun yasaya, ahlaka veya vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı kötü durum, kıyım, acımasızlık, haksızlık, eziyet, cefa olarak tanımlanıyor. Zulmü yapana da zalim deniyor. Zalimin en büyük zulmü “kıyımdır”. Öyle bir kıyım ki bu, yüreği bedenden ayırır, ciğeri söker. Duyguları kurutur. Diline, milliyetine, cinsiyetine bakmaksızın bütün insansal dürtülerinden koparmaya çalışır insanı; en kötüsü de inançlarından…

Zalimin, mazluma zulüm hükmü verdiği an, aslında kendi ipini çektiği andır! Bilmez ki, hiçbir şeye sahip olmayan ve olamayacak olan, ta kendisidir. Çünkü duygusu, sevgisi, özlemi, inancı ve umudu yoktur. Korkaktır, siliktir, karanlıkları sever, aydınlıklar düşmandır ona. Kalabalıklar içinde bile yalnız yaşar ve kalabalıklar içinde de yalnız ölür!

Bu sözcüklerli yazarken sarsılıyorum. Belleğim, okuduğum bir kitabı ve sadece fotoğrafından tanıdığım bir insanın yüzünü getiriyor gözlerimin önüne. Ve insanlığımı anımsatıyor bana yeniden. Kitabın adı Tamirci. Yazarı Bernard Malamud (Çev. : Başak Yenici, Kafka Yayın Evi). Konusu kısaca şöyle: 1905 devriminden sonra ve Rusya’nın son çarının devrilmesinden önce, yani 1911 yılı. Olay Kiev’de geçiyor. O zaman şehir, yazarın tanımlamasına göre “Vahşi hurafeler ve gizemci görüşlerle dolu bir Ortaçağ şehri”dir. Kentin her yerinde Yahudi düşmanlığı kol gezmektedir. 12 yaşında bir Rus çocuğu bıçaklanarak öldürülmüş ve vücudundaki bütün kan akıtılmış halde bulununca, Yahudiler ayin niteliğinde bir çocuk cinayeti işlemekle suçlanırlar.
Kendi halinde bir yaşam süren ve elinden her iş gelen tamirci Yakov Şepseviç Bok (Buk) eşi tarafından terk edilince, daha iyi bir yaşam için köyünden ayrılır ve Kiev’e geldiği ilk günden başına gelen talihsizliklerle hayatının akışı değişir. Bir Beyaz Rus’a yardım etmesi, o yardımın karşılığı olarak Beyaz Rus’un fabrikasında iş verilmesi, bu arada gittikçe artan Yahudi düşmanlığı yüzünden, gerçek kimliğini saklamak zorunda kalışı, ayak basması bile yasak olan bir bölgede ikamet etmesi ve yaşadığı yerde vücudu onlarca bıçak darbesiyle parçalanmış küçük bir Rus çocuğunun ölümünden sorumlu tutuluşu, sorgusuz sualsiz, bir hapishaneden diğerine sürülmesi, ona yöneltilen suçlamalar çeşitlenip çoğaldıkça ve halkın olaya olan ilgisi artıkça tamircinin ıstırabının yoğunlaşmasıyla olaylar devam eder.

Kitabı önemli kılan şey, yazarın Yakov adlı Yahudi’yi anlatması değil, nasıl anlattığı. Okuyucu yazarın duygu dünyasına dahil olur adeta. Özellikle Yakov’un hapishanede yaşadığı zulüm ve işkence insanın kanını donduracak türden. Gardiyanların Yakov’u aç, susuz bırakması, diğer suçlulardan soyutlaması, günde birkaç kez sadece fanilası üzerinde bırakılmak suretiyle tepeden tırnağa aranması, geceleri zifiri karanlıkta bırakılması, hiç kimseyle görüştürülmemesi, kış mevsiminde, dondurucu soğukta sobasının yakılmaması, mahkemeye ne zaman çıkacağını sorduğunda, ceza olarak feci bir dayaktan geçirilmesi, uygulanan işkencelerin sadece bir bölümü.
Kurgu öylesine başarılı ki, okuduğumda, bir an için o gardiyanların, hapishane müdürünün ve yardımcılarının son aylarda ülkemizde yaşananları duyumsatıyor.
***
Türkiye çok uzun süren bir zulüm dönemi yaşadı, benzer bir süreci yaşıyor. İnsan olmanın, “insan” kimliği altında birleşip kaynaşmanın herkese zor geldiği tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Kimileri kişiliklerini ve değerlerini beklentileriyle çıkarı için yitiriyor. İnsanı niteleme, anlatma çabaları boşa gidiyor. İnsanlık, bir değerler kaynağı ve soyluluk dayanağı olarak sözde kalıyor. Sanat yok, kültür yok, akıl-bilim, felsefe yok. Ülkede düzeni değişti, insanların insanlara yaptığı gaddarlık ve zulüm azalmadı, arttı, yöntem değiştirdi. ‘Yeni’ düzen, önce erdemi yok etti, sonra mertliği. Vicdanlıların sayısı giderek azaldı, yargıyı sopa olarak kendi çıkarları için kullanıyor, adaleti yok ettiler. Hukuksuzluk iliklerimize kadar işledi…. Bizim için yok olmasını, bir an önce geçip gitmesini istediğimiz anlamı olmayan zamanları yaşıyoruz.

Azınlık psikolojisine düşen “Tek Adam” alaturka rejimi, insan hakları gibi modern kavramlar üzerinden değil, “Türk – Kürt – Arap ittifakı”/“Ümmet Birliği” gibi din kardeşliği kavramlarına vurgu yaparak – son günlerde ABD Büyükelçisi Tom Barrack, “Türkiye için en iyi sistem Osmanlı millet sistemidir” söylemine uyarak – düzenini “Osmanlının Millet-Ümmet Sistemine” dönüştürerek yeni bir devlet kurma projesiyle yenilemeye; 18 Mart’ta 15.5 milyon destekle belirlenmiş cumhurbaşkanı olma olasılığı olan rakibi Ekrem İmamoğlu’nu ve CHP’li 16 belediye başkanlarını, üst düzey bürokrat çalışanlarını “suç örgütü yöneticisi olmak”, “suç örgütüne üye olmak”, “irtikap”, “rüşvet”, “nitelikli dolandırıcılık”, “kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirmek” ve “ihaleye fesat karıştırmak” iddialarıyla 4 aydır hapiste çürütülüyor ya da süründürülüyor. Bugün (18/07/2025) “rüşvet” ve “ihaleye fesat” iddialarıyla 18 kişi hakkında gözaltı kararı verildi. Bu kişilerden 14’ü gözaltına alındı.

Cezaevlerinde “işkence” yapıldığı şeklindeki iddalar, insanları yürekten yaralıyor. İşkence niçin mi uygulanıyor? Kişiye suçunu söyletmek için! Bugünkü anlayış şöyle: Bu suçu sen işledin, iddianameyi böyle yazıyoruz. İşlemedinse mahkemede ispat edersin! Peki ya suçlayacak kadar bilgi mevcut değilse? O zaman gelsin itirafçılık! (19 Mart’tan buyana yapılan gözaltılarda 73 kişi ‘etkin pişmanlık’tan faydalanmak istedi. 41’i bunun için ifade verdi. Bunlardan 39’u tahliye edildi. İtirafçı olup tahliye edilenler arasında İBB Kültür A.Ş. Genel Müdürü Murat Abbas, İSTAÇ Yönetim Kurulu Başkanı Ziya Gökmen Togay, İBB İştirakler ve Bağlı Komisyonlar Başkanı Ertan Yıldız da var. Suç örgütü kurmakla suçlanan Aziz İhsan Aktaş da etkin pişmanlıktan yararlanarak tahliye olan isimlerden. Geçen haftalarda Aktaş’ın ifadesi nedeniyle Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar dahil bazı isimler tutuklanmıştı.)

23 Mart’tan bu yana, 116 gündür Silivri Cezaevinde tutulan İstanbul Büyük Șehir Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu “Bu bir işkence duyurusudur” diyerek, operasyonlarda tutuklanan arkadaşlarının sistematik baskı ve işkencelere maruz kaldığını açıkladı ve “Herkesi baskıya, şantajla, tehditle, işkenceyle ‘iftiracı’ yapmak istiyorlar. Kendi düştükleri çukurdan böyle çıkabileceklerini düşünüyorlar! Bu zulmü tüm milletimiz bilsin, duysun, paylaşsın!”, dedi.

Ekrem İmamoğlu’nun “işkence duyurusu”nu kanıtlıyan olayları medyadan izliyebiliyoruz. İstanbul Büyük Șehir Belediyesi’nin Medya A.Ș. Genel Müdürü Dr. İpek Elif Aytaman, 19 Mart’ta gözaltına alılındığı günden beri Silivri Cezaevi’ndeydi… Nedense onu, ailesinden ve avukatlarından habersiz, bir metrekarelik zırhlı bir kabin içinde, bilekleri kelepçeli halde, aç-susuz yedi buçuk saat süren bir yolculuktan sonra Afyon Cezaevi’ne götürmüşler… Cezaevinde yatak verilmeyip yerde yatırılmış! Eşyaları da çöp torbasındaymış!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat 48 yaşında. Yıllardır ağır sağlık sorunlarıyla boğuşuyor. Polat’ın vücudunda altı adet stent bulunuyor, damar tıkanıklığı, şeker, uyku apnesi, klostrofobisi ve hipertansiyonu da mevcut. Önce Adli Tıp Kurumu’na rapor almak için giden Polat, günlerdir cezaevinden hastaneye, hastaneden cezaevine götürülüyor. Cezaevlerinde hastaneye gitmek türlü sorunlar doğururken yüksek tansiyon hastası birinin sürekli ve gün boyu böyle bir yerden bir yere götürülüp getirilmesi de cezaevlerindeki hak ihlallerini gündeme getirmişti. Mahir Polat’ın, tutuklu bulunduğu cezaevinden tedavi ve tetkik için kurum dışındaki hastaneye sevki sırasında yaşadığı zorluklar ve en az 1 saat süren yolda, kapalı kasa tipi araçla ve kelepçeli olarak götürülmesinin dayanılmaz olduğu, bu sebeple zorundalıklar dışında sevk istemeyeceği basına yansımıştır. Yine benzer bir durum Tayfun Kahraman’ın hastaneye sevki sırasında da yaşanmış ve kapalı ring aracında kelepçeli olarak tutulduğunu, güneş altında kapalı ring aracında bekletildiğini gösteren görüntüler basınla paylaşılmıştı.
İBB yönelik soruşturma kapsamında tutuklanan Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık, geçen hafta gece cezaevinde fenalaştı. Kanser geçmişi bulunan ve lenfoma şüphesiyle kısa süre önce ameliyat edilen Çalık, koroner yoğun bakıma alındı ve ardından anjiyo yapıldı. Sağlık Kurulu’nun hazırladığı raporda, lösemi nüksü açısından “yüksek riskli” kabul edilen Çalık hakkında konutta infaz kararı verilmesinin Adli Tıp Kurumu tarafından değerlendirilmesi gerektiği ifade edildi. Avukatları ise “Cezaevi koşulları hayati tehlike yaratabilir” diyerek tahliye çağrısı yaptı. Çalık tüm tepkilere, tıbbi raporlara ve ‘Serbest bırakın’ çağrılarına rağmen tekrar Buca Cezaevi’ne gönderildi. Bir halkın seçilmiş temsilcisi, tedavi gördüğü hastanenin yoğun bakımından kelepçelerle çıkarılırken, aslında yalınızca bir beden değil; hukukun, vicdanın ve demokrasinin de bileği sıkılmıştır.

Aynı günlerde, başka bir tutuklunun da benzer şekilde yaşam hakkına erişimi tartışma konusu oldu. Gezi Parkı eylemlerine ilişkin yürütülen bir soruşturma kapsamında 28 Ocak’ta tutuklanan iletişimci Ayşe Barım, ağır kalp rahatsızlıklarına ve beyin anevrizmasına rağmen cezaevinde tutulmaya devam ediyor. Barım, 162 gün sonra ilk kez çıktığı duruşmada, “Buraya girmeden evvel tespit edilmiş çok ağır bir kalp rahatsızlığım ve beyin anevrizmam var. Kalbimde 6 adet ayrı hastalık tespit edildi. Son derece sağlıksız koşullarda yaşam mücadelesi veriyorum… Yaşam hakkımı geri istiyorum” diyerek tahliye talebinde bulundu. Ancak mahkeme bu talebi reddetti. Avukatları, mevcut sağlık raporuna rağmen tahliye kararı çıkmadığını, mahkemenin Adli Tıp’tan yeni bir değerlendirme istediğini açıklamıştı. Dün (17/07/2025) de, Barım’ın avukatı Deniz Ketenci, ünlü menajerin Adli Tıp’a sevk edildiğini açıkladı.

Bunlar son aylarda yazılı veya görsel medya üzerinden izliyebildiklerimiz. Peki ya ülkenin dört yanında, bilmediğimiz, avukatların her gün girip çıkamadığı, çıkışta basın toplantıları yapılmayan bir yığın cezaevinde, kimi “kuyu tipi ölüm hücrelerinde” ölümcül koşullarda barındırılan on binlerce insanı konuşuyor muyuz?
Yaşananlar, tutukluk hâli değil, masumiyet karinesi ihlali, bir cezalandırma yöntemidir. Bu insanlık dışı uygulamalarının adını doğru koymak zorundayız. Bu bir yargılama değil, fiziki ve psikolojik bir şiddet, sistematik bir baskıdır. Devlet, bizzat kendisine emanet edilmiş (yani zorla emanete almış olduğu) tutuklu ve hükümlülere herkesin gözü önünde eziyet eder haldedir. Bu durumlarda infaz daha sonra yapılabilir/yapılmalıdır, zira yaşam hakkı bütün hakların önündedir!
***
Victoria devrinin en iyi romancısı olarak kabul görmüş İngiliz yazar Charles Dickens’ın (1812-1870) “İki Şehrin Hikâyesi” (Çev. : Meram Avas, Can Yayınları) romanında Paris’in Bastille hapishanesinde suçsuz yere 18 yılını geçirdikten sonra, eski dostunun yardımıyla kurtulan Dr. Manette’in hayat hikâyesi anlatılır. Manette, kızına kavuşur, Londra yolculuğuna çıkar. Bu sırada yaşanan Fransız 1789 Devrimi hayata dokunmaya başlamıştır bile. Mazlumların zalime, zalimlerin ise mazluma nasıl dönüştüğünü tüylerimiz diken diken okurken “özgürlük, eşitlik ya da ölüm” sloganları arasında sokaklarda dolaşır, sonrasında devrim umudunu taşıyanların bir bir giyotine gönderilmelerinin acısını yaşarız. Bir toplumun geçiş dönemi, umudun rüzgâr gibi tersine dönüşü gözler önüne serilir.

Kimi zaman toplumlarda tarihi geçiş dönemleri uzun sürer. Kan, gözyaşı ve acı yaşamların sıradan öyküsüne dönüşür; Tıpkı bugünlerde Türkiye’mizde olduğu gibi…
Türkiye çok uzun süren bir zulüm dönemi yaşadı, bu ülkenin seçilmişleri, solcuları, aydınları, gazetecileri, akademisyenleri, dindarları, laikleri, Kürtleri büyük acılardan geçti, şimdi de geçiyor. Hepimiz yaralandık, yaralanıyoruz. Sanırım, bu yeni dönemde asıl zorluğu zalimleri durdurmakta değil mazlumları kaynaştırmakta çekeceğiz. Kimse Kürtlüğünü, dindarlığını, laikliğini, siyasi görüşünü – mühalifliğini veya iktidar taraflığını -solculuğunu unutmak zorunda değil ama Kürdün Kürtlüğü, dindarın dindarlığı, siyasetçinin siyasiliği, solcunun solculuğu tek ve gerçek kimlik sanması, bu kimliği paylaşmayanlara içten içe bir düşmanlık beslemesi, her grup mazlumun başka bir mazlum grubunu zalimlerden görmesi, zulmün hepimizde bıraktığı bir yara izi olarak kanamaya devam edecek.

Hepimizin ortak bir “demokrat” kimliği altında birleşmemiz gerektiğini, sırf kendi grubunun çıkarı için mücadele etmenin hepimizi bencilliğin çirkinliğine iteceğini, ortaklığı reddetmenin zulmü sürdürmekten başka bir işe yaramayacağını kavramakta zorluk çektiğimiz sürece acıları yatıştıramayacağız.

Artık zalimlere söyleyecek sözümüz yok. Şimdi sanırım mazlumların mazlumlara hitap etmesi gereken safhadayız. Mazlumlar mazlumlarla konuşmalı artık. Demokrat olmak Kürt olmaktan, dindar olmaktan, siyasetçi olmaktan, solcu olmaktan daha önemli hale gelmezse, kendi kimliğimize demokratlığı eklemezsek birbirimize zulmedeceğiz. Zalimler ortadan kalkacak ama zulüm sürecek.

Mazlumların artık yalnızca kendi partileri, kendi iktidarları, kendi cemaatleri, kavimleri, yoldaşları için değil başka mazlumlar için de demokrasi istemeleri gereken günlerdeyiz. Mazlumlar birleşebilecek mi? Yoksa birbirimizin zalimi mi olacağız? Toplum olarak, karşımıza dikilen en zor soru bu şimdi. Çünkü böylesi kırılma anlarında asıl sınavdan geçen iktidar değil, hakikati seçmekle boyun eğmek arasında bırakılan millettir.

Tarih çağırıyor. Ya bu çağrıya toplumun tüm kesimlerinin katıldığı müşterek bir iradeyle karşılık verilecek ya da iktidarın daralmış ufku, kendi içine kapanmış ihtirasları ve kendi ikbalini ve siyasi çıkarı için günü kurtarmaya odaklı hesaplarıyla tarih bir kez daha elimizden kayıp gidecek. Bu, yalnızca sosyetal bir tercih meselesi değildir; bu, çağdaş bir medeniyetin varoluşsal refleksini gösterme anıdır.

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER