Murathan Mungan, Türk edebiyatında benim sevinçliyken okuduğum, üzgünken okuduğum, umutlu ya da umutsuzken okuduğum, öfkeliyken ya da en uyumlu, en sakin günlerimde okuduğum; en şaşkın ya da en bilgiç, en ukala günlerimde okuduğum, hep okuduğum bir yazar…
Son günlerde tüm duygularıma “tercüman olan” bir bölüm geldi beni bir kez daha canevimden yakaladı. Yıllar önce Metis Yayınevi’nden çıkan “Yüksek Topuklar” adlı kitabından birkaç satırları sizlerle paylaşıyorum:
“Yorgunluk benim genel halim. Bana, ‘Nasılsın?’ diye soranlara, en sık verdiğim yanıtın ‘Yorgunum’ demek olduğunu keşfettiğim günden beri, daha bilinçli olarak ‘Yorgunum’. Şu memlekette (veya benim gibi yıllardır yurt dışında) yaşayıp da yorgun olmamak mümkün mü?”
Bu soruyu sorduktan sonra, şöyle sürdürüyor Murathan Mungan:
“Beden yorgunluğu dediğinde ne olacak, iki-üç dinlenmeyle geçer, ama ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum, gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamamış gibi yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak, katlanmak, anlayış göstermek, görmezden gelmek, üzerinde durmamak, idare etmek, üzülmemiş görünmek, alışmak, alışamamak, sabretmek, katlanmak, beklemek yorgunuyum.
Tam da artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde yeniden şaşırmak yorgunuyum.”
Şaşıra şaşıra yaşamaya devam edeceğiz Sevgili Murathan Mungan.
Başka türlüsünü bilmediğimizden, başka türlüsü elimizden gelmediğinden, ilkelerimize, doğru bildiklerimize sımsıkı tutunarak ve de çalışarak, görerek, okuyarak, anlayarak, yazarak yaşayacağız…
***
Sartre, her çağda yazarın/çizerin sorumluluğundan söz ederken “adını koymanın” gücünden de söz eder. Bu bir mesuliyettir. Çağın hakikatlerini görmek, şahit olduğunu anlatmak, adını koymak bir güçtür, bir sorumluluktur.
Ünlü şairimiz Melih Cevdet Anday da, toplum ve insan değerlerini savunurken “Telegrafhane” adlı kitapındaki bir şiirinde bu sorumluluğu dile getiriyor:
“Uyumayacaksın / Memleketinin hali / Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın / Çünkü sen artık o sen değilsin/ Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin / Durmadan sesler alacak / Sesler vereceksin / Uyuyamayacaksın / Düzelmeden memleketin hali / Düzelmeden dünyanın hali / Gözüne uyku giremez ki… / Uyumayacaksın / Bir sis çanı gibi gecenin içinde / Ta gün ışıyıncaya kadar Vakur, metin, sade / Çalacaksın.”
Öyle de, ben ne yazayım?. Söylenecek ne kaldı ki?. Bu ülkede her gün, her an o kadar korkunç şeyler oluyor ki, hangisinden başlayacağımı bilemiyorum. Hadi gerçeği itiraf edeyim: yazmak içimden gelmiyor, hiçbir anlam taşımıyor, yüreğimi ferahlatmaya bile yaramıyor. Olsa olsa, olup bitenleri engelleyemediğim/engelleyemediğimiz için suçluluk ve sorumluluk duygumu artırıyor.
Feryadımız etkisiz, çığlığımız güçsüz kalıyor. En kötüsü de alışıyoruz, kanıksıyoruz, unutuyoruz. Çünkü alışmak ve unutmak bir kaçıştır. Baş edemediğimiz sorunlardan kaçış, kendi sorumluluk payımızdan, vicdanımızdan kaçış…
Oysa ki, şu ölümlü dünyada, vicdanımızdan, insanlığımızdan özgürlüğümüzden başka neyimiz var?
Evet duygularımıza, ilkelerimize, doğru bildiklerimize sımsıkı tutunarak ve de çalışarak, görerek, okuyarak, anlayarak, yazarak yaşayacağız… Şaşıra şaşıra yaşamaya devam edeceğiz Sevgili Murathan Mungan
***
6 Şubat depremi geniş bir coğrafyada birçok il ve ilçeyi etkiledi. Bu illere bağlı onlarca yaşam merkezinde kuşkusuz ağır bir yıkım yaşandı. Ama bu illerin hiçbiri Hatay’ın yaşadığını yaşamadı. Bir şehrin kalbi toptan yok oldu. Ölen binlerce (deprem bölgesinde can kaybının yarısına yakın) insanın yanında yüzbinlerce kişi evsiz, işsiz, okulsuz kaldı. Kentte her şey sıfırlandı ve saatin ne zaman yeniden çalışmaya başlayacağına dair de ortada hiçbir şey yok.
Hatay’da durum böyleyken her konuda yaptığı ayrımcılıkla ünlü AKP iktidarı depremi yaşayan iller konusunda ayrım yapmadı. Hatay’da yaşanan yıkımın büyüklüğünü önemsemedi. Özel bir çalışma programı uygulamadı. İnsanı, tarihi, doğası, ürettikleriyle ilgilenmedi. İçinde yaşayanlarla birlikte tüm kente kaldırılması gereken bir enkaz gözüyle baktı. Özel yasaya, özel ilgiye ve desteğe ihtiyaç duyan Hatay, yalnız bırakıldı. Hatay’ı deprem vurdu, yıktı. Ve şimdi deprem gününden çok daha kötü durumda. Öldürücü bir toz bulutunun altında görünmez olsun; tarihi, kültürü, doğası ve insanı unutulsun isteniyor.
Geçen hafta Hatay’da Vali Mustafa Masatlı açıklama yaptı. “Yıkılması gereken binaların %41’i tamamlandı, geriye kalan kısmını 100 günde tamamlamayı düşünüyoruz” dedi. Şehirde yaklaşık 90 bin binanın yıkılması gerekiyor. Gerçekten de çok hızlı bir şekilde yıkımlar devam ediyor. Cocukluğumun kenti aylardır gündüz gece yıkılıyor, yağmalanıyor, dağıtılıyor, yok ediliyor, molozlar ortada, asbest yüksek, gözlerinizi yakan ciğerlerinize kadar işleyen bir toz bulutunun ortasında hayat mücadelesi sürüyor. Bu hızlı yıkım Vali Masatlı’nın 100 gün sözünü tutacağını gösteriyor. Ancak yıkımla her şey sona ermiyor. Asıl sorunlar ondan sonra başlıyor. Yerinde dönüşüm nasıl olacak? Çok katlı binalar ve zayıf zemin etüdüne sahip binalar yeniden yapılabilecek mi? Eski Antakya’daki tarihi eserler, dar caddeler aynen muhafaza mı edilecek. Yeni İmar planı mı yapılacak, yoksa eski plan aynen devreye mi sokulacak. Sorunlar dağ gibi birikiyor, hiçbir yetkili çıkıp açık ve net bir bilgi veremiyor. Şehirde bir denetimsizlik ve kaos hakim. Bir hayli bakanın şehrimizi ziyaret ettiği doğrudur. Ancak halk ziyaretlerden ziyade somut sonuçlar beklemektedir. Yıkımın en fazla olduğu Antakya’ya ne gibi somut sonuçlar sunulmaktadır.
Halen şehrin büyük kısmı (600 bine yakın) İl dışında yaşamakta, ancak çoğunluğu geri dönüşün yollarını gözlemektedir. Gelmeyenler pişman, gelenler ise bin pişman durumdadır. Şehrin kalan az bir kısmına bile 7 ay geçmesine rağmen su verilememekte, şebeke suyu ancak haftada bir gelmektedir. Halk su ihtiyacını sıraya konulan tankerlerle gidermeye çalışıyor. Sağlığa, eğitime erişim diğer en temel sorunlar. En önemli sorun hastanelerin bazılarının kullanılamaz olması ve ilk basamak sağlık hizmetinin tamamen çökmüş olması. Kent yıkımlardan kaynaklanan öldürücü bir toz bulutunun içinde. Bu durum başta solunum olmak üzere birçok sorunu beraberinde getiriyor. Herhangi bir sağlık merkezi ve burada hizmet verecek doktoru aynı anda yakalamak neredeyse imkânsız… Gerekli sağlık ve eğitim emekçisi ataması, istihdamı yapılmadı. Ulaşılabilir sağlık merkezleri oluşturulmadı. Okulların güvenliği, güvenli olmayan okullar için yeterli konteynır vb eğitim alanları sağlanmadı. Okulların açılmasına sayılı günler kalmasına rağmen eğitim öğretime başlayacak okulların bilgisi, öğrencilerin okullara ulaşımının nasıl sağlanacağı, güvenli olmayan okul binaları yerine bulunan çözümlerin neler olduğu, salgın ve depremle birlikte çocuklara telafi eğitimi ve psikososyal destek sağlanmasına yönelik hangi adımların atılacağına yönelik soruları cevapsız… Kent’te, deprem öncesinde kriz olan beslenme, depremin yarattığı işsizlik ve daha da kötüleşen ekonomi nedeniyle kabusa dönüştü. Hatay’da incelemelerde bulunan CHP Heyeti’ne yemek çadırınının önünde 1 kilometre kuyrakta bekliyen bir depremzade, gıda yardımının kesildiğini belirterek yaşıdıklerını anlatıyor: “Biz açız… Aç ne demek biliyor musunuz? Ben bunu 1 yıl boyunca yıkarım, giyerim. Ama çocuklarıma ne giydireceğim, sabah akşam düşünüp duruyorum” dedi.
Enkaz altından kurtarıldığını söyliyen bir başka depremzede : “Evin yıkılmış. Nasıl olmuşsa sen sağ kalmışsın. Ne yapayım öyle sağ kalmayı? Keşke enkaz altında kalsaydım. Burada işkence çekiyoruz. Biz deprem gecesi evi olan, yemeği olan, herşeyimiz vardı. Ama şimdi hiçbir şeyimiz yok. Biz şu an dilenci gibiyiz. Biz düne kadar vergi de ödüyorduk, herşeyide ödüyorduk. Bize yazık. Bizi devlet görsün artık…”
***
Söylencek söz belli: Devlet bu değil. Devlet, insanoğlunun geliştirdiği en önemli organizasyondur. Ve devlet insanı yaşatmak içindir. Çünkü burada söz konusu olan yaşam hakkıdır. Sosyal devlet – eğer olsaydı – yaşama hakkından kasten kimsenin yoksun bırakılmayacağını, yasaların doğal olmayan ölümlere karşı ve hayatı tehlikede olduğunda insanların korunmasını, özetle yaşamın sürdürülmesini güvence altına alır. Bizde seçim sonrası duran yardımlar, seçim öncesinde de yeterli değildi. Seçimden sonra ise depremde en çok etkilenen Hatay’da yaşanan sorunlar tamamen unutuldu.
Unutma eyleminin Nietzsche’ye göre sağlıklı bir eylem olduğunu söylemem lazım. Ama bir şartla: Esasen öğrenilmiş hiçbir şey gerçek anlamda unutulmaz, bellekte bir yerde kayıt sabittir. Kendinden intikam almak veya kendini imha etmek istemeyen bir bellek bu yüzden tek bir çareyle iyileşebilir: Olana, yeni bir gözle bakarak! “Biz sürekli aynı olaylara bakıp, aynı sorularla, döne döne aynı yanıtları veriyoruz ama” diyorsanız, demek hala Türkiye’desiniz, tebrikler! Eski Hazine Müsteşarı, akademisyen ve yazarımız Mahfi Eğilmez’in dediği gibi, yaşıyoruz sonuçta; Batıda bilim kurgu olarak yazılan öyküler Türkiye’de gerçek yaşamın ta kendisidir. Fazla film izliyor, fazla gerçek yaşıyoruz zaten. Bu yüzden kafamız çok karışık.
Kocaman, kumlu ve paslı bir kovanın içindeyiz hepimiz. Birileri kovayı sallayıp duruyor. Biz de sallanıyoruz; sağa, sola, aşağı, yukarı… O arada bir şeyler söylemeye ve yazmaya çalışıyoruz. Söz ve yazı, küçük bir hava kabarcığı gibi kovanın yüzeyine doğru yükselmeye çalışıyor. Ama tam o anda yine sallanıyor kova, kir pas birbirine karışıyor.
Çıkış yolu mu? Gitgide çıldırmakta olan memleketim yeniden hayata dönmesi için bir ‘çıkış yolu’nu bulabilecek mi? Ya da ‘çıkış yolunun maliyeti’ bugünkünden çok daha yüksek, çok daha kanlı mı olacak? Yoksa hep kül rengi sabahlara keder ve acı içinde, moral çöküntüsüyle uyanmak kaderimiz mi olacak?
Bilemiyorum. Ülkenin üzerinden zaten yıllardır hiç kalkmayan bu korku perdesi ne zaman aralanacak? Evimizin bir yerlerini temizlerken diğer yerleri kir pas içinde. Bütün odalarımızı temizlemeden, güzelleştirmeden nasıl rahat edeceğiz? Yan odadan ölüm çığlık sesleri gelirken nasıl hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşayacağız?
***
Bu son zamanlarda bana “Nasılsın?” diye soranlara, bir Hatay’lı olarak verdiğim yanıt; kırgınım, üzgünüm, yorgunum; vefasız günlere kaldık diyorum. Aylardır “Hatay Özel Afet Bölgesi ilan edilmelidir” diye yazıp, yazıp feryad ediyoruz. Vatandaşın, esnafın, tüccarın, sanayicinin, işletmelerin hak sahipliği yoluyla veya yerinden dönüşüm modeliyle gelir akışı yok olduğundan, işyerlerini veya evlerini ne türlü olursa olsun borçlanmayla veya kendi imkanlarıyla yapabilmesi mümkün değildir. Hatay ve Antakya’nın inşa edilen TOKİ Konutlarıyla, Kent merkezine olan hafif raylı ulaşımı dahil olmak üzere tüm yolları, kanalizasyonu, içme suyu, enerji ve haberleşme alt yapısının Devlet tarafından hızlı bir şekilde planlanıp, yapılması için kaynak ve imkan sağlanmalıdır. Aksi halde yapılmakta olan çalışma temposu ve kaynak tahsisiyle özellikle Antakya ve Defne ilçelerinde yaşamın normale dönmesi maalesef ama çok uzun yıllar alacaktır.
Batı Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasndaı bugünkü Hatay’a benzer tam bir felaket tablosunu andırıyordu. Bombalanmış kentlerde 9 milyon kişi evini, servetini, memleketini kaybetmiş sefil bir vaziyetteydi. Yıkık dökük kentler, yok olmuş bir alt ve üst yapı, çaresizlik ve açlık içinde geleceğe dair ümitlerini kaybetmiş milyonlarca vatandaş.
Bu harabe ülke nasıl oldu da 5-7 yıllık kısa bir süre içinde ekonomik mucize gerçekleştirip dünyanın hayranlıkla izlediği bir ülke haline geldi? Bunun sayısız nedeni olmakla birlikte en önemli nedenlerinden biri, kuruluş yıllarında yaptığı sosyal destek ve güven projeleri ile vatandaşlarının güvenini kazanması oldu. Emeklilerin maaşları yeni refah düzeyine göre iyileştirildi, hızla sosyal konutlar inşa edilerek barınma sorunu çözüldü. Para reformu ve Marshall yardımları ile ABD gibi ekonomik gücü arkalarında hisseden Almanlar, sosyal devlet anlayışı ile yeni bir ‘‘Özgür Pazar Ekonomisi“ kuran hükümetlerine de güvendi. Devlet, sınırsız liberalliğe karşı yerinde ve zamanında pazara müdahale eden, kurallar koyan bir merci oldu ve bu kabul gördü. Federal Almanya’nın hikayesi aynı zamanda yerinde ve zamanında tüm imkanları kullanabilme becerisinin de hikayesi. Gerekli hamleleri yerinde ve zamanında yapabilmek: Bu başarılı ulusları diğerlerinden ayıran en önemli özellik.
Bonbalanmış, yıkılmış, yok olmuş kent gibiyiz, çözüm belli daha ne duruyorsunuz ?
Devlet yetkililerinde bir gayret görmek istiyor insan.
Bir ciddiyet. Bir faaliyet. Biri rade.
Göremiyor.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, 22 Ağustos 202
YORUMLAR