”…bir de döndük baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz.” diye son bulur bu tekerlememsi vacizemiz. Evet, vurduk, kırdık, yıktık, parçaladık, yaktık. Hem de ne yaktık! Bir kül olduk bir tükendik, hırçınlaştıkça saldırdık. Bazen de sevdik, biraz da duygulandık ama hep bir şeyler eksik kaldı. Hep bir yanımız eksik kaldı, hep bir yarım kaldı. Hep bir istemediğimiz grilikle karşı karşıya kaldık.
Ne yaparsak yapalım? Daldan dala konsak da, kendimizden diyar diyar kaçsak da… Az gitsek uz da gitsek bu geldiğimiz yer neresidir?
Geldiğimiz yer yokluklar krallığından başka neresidir?
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kemalizm, İslamcılık, ülkücülük, solculuk kültürel ya da ideolojik köken üzerine kurulu tepkilerle siyasallaşmaktan öteye geçmedik.
Aralarımızdaki çatışmalarda Batı’yı, Batı modernliğinin kurumlarını parçalı ve keyfi olarak ele aldık, referans haline getirdik. Mağdurlar birey haklarından, diğerleri devletten söz etti. Biri birey hakkından hareketle bireysiz kamu düzeni söylemini, diğeri farklılaşmayı reddeden insansız bir çağdaşlık söylemini yücelti. Siyaset ise kişi ve kurumların durumlarına göre bu iki uç arasında pozisyon değiştirmeleriyle can buldu.
Bu düzende, bu zihniyette yerel ve yerli değer aslında mahalli; evrensel değer ise yerel oldu… Geçmişimizi, geleceğimizi, sağımızı, solumuzu, önümüzü, arkamızı ve de hiç kuşkusuz omzumuzu tüm ağırlıkları ile meleklere bırakmışızdır biz. Onlar belirlerler yazgımızı. Şeytanlaştırırlar, hiç şeytanlaşmadan. Akça pakça, kirlenmeden.
Âşık Mahzuni Şerif dediği gibi:
Bitmez kadere inandık/ İnandık inandık yandık/ Hep şükürü biz öğrendik/ Bir beyde şükür göreydim/ Göreydim o gün öleydim.
Bir yalanın kuyruğunda, yalnızlığın zirvesinde ve hiçliğin tüm aşamalarında ziyan olmuşuz. Köksüz bir can misali… Bir oraya bir buraya debelenip duruyoruz. Varla yok arasında, isimsiz şehirlerde kaybolmuşuz, susuz köylerde yanmışız, harap olmuşuz gibi…
Şimdi, bütün bu kimlik ve ideolojik şablonlarımızın dışına çıkıp “neden böyle?” diye düşünmemiz gerekiyor. “Vatan için” birbirimizle coşkuyla kavga ederken bakıyoruz ki, vatanımızı gelişmiş ülkeler seviyesine çıkaracak bilgileri, yöntemleri, kurumsal ve hukuki sistemleri SİVİL DARBE dolu dizgin ilerlemelerle ereyoza uğratarak bir kenara atmışız. Birilerini eyvah yarın düşersem korkusu sarmışken, kifayetsiz muhtersisler, devrimlerinin kapandığını anlamazken, devleteki çürüme kurumsal çöküşü ile son noktaya evrilmişiz. Adaletin yerini keyfiyet, bilginin yerini sadakat, özgürlüğün yerini korku almış. Hamaset, öfke, karizma, nefret, sevda duyguları zihnimizi böylesine istila etmiş.
NEDEN BÖYLE ?
Hatırlanacağı gibi, savaş tarihindeki en unutulmaz hile, kuşatılan kalenin önüne bırakılan büyük tahta attır. Kaledekiler atı içeri aldıklarında, atın içindeki askerler dışarı çıkıp, kapıları kuşatmacılara açarlar. Kaledekilerin güçlü direncini kırarlar böylece.
Bugün, Türkiye’yi çağdaş dünyanın bir parçası yapmak, evrensel adaleti Türkiye’ye taşımak, devleti halkına emir veren bir aygıt olmaktan çıkartıp onu halkına hizmet veren bir aygıta çevirmek istiyenlerin kalesine girmiş, OHAL şartları altında (2,5 milyona yakın mühürsüz oyların YSK kararı ile geçerli sayıldığı) referandum’da bir dolu şaibe eşliğinde kıl payı ve toplumun topluca onayını hiç aramaksızın, tek adamlık “Başkanlık atı”nı alıp Üsküdar’ı geçen bir Truva atı var.
Ülkenin demokrasisini din soslu otoriter ve popülist bir yapıya dönüştürmek istenen, gerçekte hukuk dünyasına doğmamış, yok hükmünde (keenlemyekün) gayri meşru bu ucube sistemde, kaptanlık eğitimi olmayan bir kaptanla okyanusun ortasında, hangi istikamete gittiğini bilinmeyen bir gemiye binmiş insanlar gibiyiz. Kimimiz hemşehri derneklerinin kopartmanında, kimimiz tarikatların, kimimiz bir siyasi partinin, kimimiz dinî yahut seküler bir cemaatin. Yanlış yoldaki geminin küflü ambarında farelerle seyahat etmeyi, ısrarla istikameti korumak adına soğuk sularda kulaç atmaya tercih ediyoruz. Hâlâ üstü örtülü bir OHAL’le yönetilmeyi kabul edip, koltuk savdası, güvenlik ve rızık endişeleriyle hürriyetimizden vazgeçiyoruz ve çok talihsiz günler yaşıyoruz….
Bizimki gibi ‘yığınla yurttaş olamamış’ toplumlarda tedhişin nasıl kullanışlı bir yönetim aracı olduğunu gören idareciler kendilerince yeterince güçlü hissettikleri anda bu zaafımızı istismara başlıyorlar. 19. Yüzyılda yaşayan İngiliz tarihçi ve politikacı Lord Acton’un meşhur “güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak surette yozlaştırır’ sözünün 23 yıldır ülkeyi aralıksız yöneten AK Parti nezdinde ete kemiğe büründürüyor; güç zehirlenmesine yenik düşen bir iktidarını mutlak kılmak için her türlü makyavalist araçları hiç çekinmeden kullanarak ölçeği büyütüyor, insan sermayesinin yerini yönetenin yarattığı mühalif siyasi partilerden dini cemaatlere, üniversitelerden ticarethanelere kadar her toplumsal birimi yönlendirmeye çalışıyorlar. Toplumu, motor tasarlayan makine mühendisleri gibi tasarlamak, sosyal birlikteliğin bütün mekanizmalarını, bütün çarklarını “ayarlamak” istiyorlar. 23 yıldır Cumhuriyetin kurumlarını birer birer yıkan, devrimleriyle ısrarlı bir hesaplaşmaya giren, tebaadan yurttaşa dönüşerek haklarına kavuşan milleti hukuki ve siyasi olarak güvencesizleştiren iktidar; kurucu iradeyle son hesaplaşmasını CHP’nin bugünü üzerinden yapmaya hazırlanıyor.
Krizlerle boğuşan, öngörülemez bir ülke öngörülemezlikte ve aslında bilinmezlikte kendisiyle yarışıyor. Doğduğumuz coğrafya kaderden çok şansımızı belirliyor. Bu şans;
- Diplomasını iptal ettirilerek 19 Mart’ta İBB Başkanı İmamoğlu ile başlıyan, ardından seçilmiş 3 büyükşehir belediye başkanı ve 12 ilçe belediye başkanı ve yüzlerce çalışanları şafak operasyonlarda tutuklayıp hapse atmak;
- Siyasi çıkar ve menfaatlerini gerçekleştiremeyenlerin asılsız itham ve dedikodularının hedefinde iddiaların itirafçı “tanık” borsası ile, kişilerin kanıtsız, delilsiz, iftira gibi beyanlarına dayandığı, aylardır “iddianame” bile hazırlanmadan zindanlarda tutmak;
- Türkiye’de Cumhuriyetin kurulmasından bu yana ilk kez, görev alanında olmadan geçen hafta İstanbul’da bir Asliye Hukuk Mahkemesi, 102 yıldır varolan ve Cumhuriyeti kuran bir parti olarak tarihe geçen Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) İstanbul İl Kongresinin iptaline karar vermek;
- YSK’ya itiraz yapıldıktan sonra YSK Asliye Hukuk’a “Bu iş senin görev alanında değil” demesi gerekirken, CHP’nin talebini reddederek kararı onaylamak;
- CHP içinden, genel merkezle problemli kayyum olarak atanan Gürsel Tekin’i CHP İstanbul İl Başkanlığı koltuğuna iktidarın sopa haline getirdiği yargı eliyle ve çevik kuvvet dahil yüzlerce (acaba binlerce mi?) polisin, biber gazı sıka sıka, polislerin kasklarıyla vura vura açtığı yolla görevine yerleştirmek ;
- Dün (11 Eylül) “Ankara’da hakimler var” sözünün gerçek anlamda karşılığını bulduğu, Ankara 3. Asliye Mahkemesinin, CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyum atanması kararına ‘esastan ret’ kararı vermesi ve Kararın ardından Gürsel Tekin’nin “Biz Çağrı Heyeti olarak görevimizin başındayız.”açıklamas ve İstanbul’a kayyım atanmasını savunanlar bu kararın kendilerini bağlamadığını savunmaya başlaması gibi darbe içinde bir darbe talih kuşu konuşları da kapsayabiliyor.
Durum şu ki devletin içinde devletin gücünü kullanan bir grup; CHP’yi bir suç örgütü olarak tanımlamayı, partiyi resmen kapatmayı, genel başkanını hapsetmeyi düşünecek kadar gözünü karartmış durumda.
Filmin sonunu değiştirecek olan ise üzerine senaryo yazılanlardan başkası değil. Anadolu’nun sokaklarında, İstanbul’un varoşlarında, okulda ya da işyerinde kuşatma altında, 1919 ruhunu göğsünde bir bayrak gibi taşıyanları kastediyorum. Onlar CHP deyince “kariyer siyaseti”ni anlamıyor, belediye ihalesi düşünmüyor, inşaat ruhsatının ya da iştirak şirket kadrosunun aracısı saymıyor. Altı oka baktığında kurtuluşun ve kuruluşun iradesini görüyor. Türkiye muhalefet adına fırtınalı bir döneme girerken, gemiyi kurtaracak rotayı onlar çizecek, stratejiyi onlar belirleyecek, zaferin şarabını onlar içecek.
“YENİDEN KURULUȘ VE KURULUȘ”
Türkiye Cumhuriyeti, ikinci yüzyılında, çağdaş ve demokratik değerlerle yeniden buluşturulmalıdır. Ülkenin tüm kurumları ve kuralları gözden geçirilip, yeniden yapılandırılmalıdır. Nasıl ki Cumhuriyeti’mizin kuruluş sürecinde “kurtuluşun ve kuruluşun birlikteliği” ortaklaşa yaşanmışsa, ikinci yüzyılında da her türlü inanca, görüşe, ideolojiye eşit mesafede duran ve evrensel hukuk kurallarıyla kendini sınırlayan, ayrımcılık yapmayan, ötekileştirmeyen, ideolojik bagajı olmayan, farklılıkları insan hak ve özgürlükleri ve onurunun bir gereği olarak bir arada hukuk güvenliği altında ve barış içinde yaşatabilen, yoksulluğu ve yoksunluğu aşmada güvence olan Cumhuriyetimizin “Demokratik Laik ve Sosyal Hukuk Devleti”ni korumak, Anayasal sınırlar içinde Ata’mızın aydınlık yolunda yürüyerek, kurtuluş; kurucu parti CHP’nin, 4 Eylül 1919’a dayalı milletin azim ve kararından güç alan devrimci bilinçle yelkenlerini doldurması ve yeniden Kuvayı Milliye rotasına topyekûn yönel(t)mesidir.
Ünlü Danimarkalı teolog ve filozof Soren Kierkegaard’nın değimiyle “Hayat ileriye bakarak yaşanır, geriye bakarak anlaşılır.” Umuyorum ve diliyorum ki önümüzdeki ilk seçimde ve sonrasında, Türkiye’nin ilerici yurtsever güçleri, bu tarihsel görevi ve sorumluluğu başarıyla yerine getirecektir.
Bekle kar altında kalan buğday tanesi / Yine onun sularıyla yeşereceksin / Gözyaşların çare değil ağlama büyü / Başını dik tutabilirsen boy vereceksin/ Yol senin yolun/ Kanatan dikenlerin arasından/ Buz tutmuş yüreğini güneşle ısıtarak yürü/ Korkma yoluna çıkan kapıları açmaktan/ Çölün gizeminde kaybol/ Dağların yalnızlığına yasla başını/ Irmakların akışında denizler karşılar seni/ Yol senin yolun/ Yırtar geceyi her adımın/ Tek başına cesaretle yürü/ Yolunu aydınlatır özündeki ışık.
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.
Bordeaux, Cuma 12 Eylül 2025

Garip Hocam, kalemine ve emeğine sağlık. Harika bir yazı olmuş. Bilim adamı olmanın gereğini yerine getirmenin mutluluğunu doyasıya yaşamanız dilekletimle…
Ali Doğan