“Dört bir yana yayar kendimi, dökülürüm içime,
Fırlarım kendimden bir başıma
O büyük fırtınada…” Rainer Maria RİLKE
Gecenin görünmez kıldığı bir sessizlik, günün ilk ışıklarıyla, karanlık örtüyü yırtıp yok etmişti adeta… Gökyüzünden sıçrayan gündüz, güneşin sarı beyaz renklerini bakışlarımızın üzerinde gezdirmeye henüz başlamıştı.
Yaklaşık on hanenin diriltmeye çalıştığı bir köy, birkaç şaşkın misafiri ağırlıyordu yeniden…
Hatice Teyze henüz uyanmış, gelenleri tanımaya çalışıyordu heyecanla. Desenli fistanı ve üzerine geçirdiği koyu kahve kazağıyla hızlı adımlar atmaya çalıştı. Köyün çorak geçmişine benzeyen kuru ifadesini yumuşattıktan hemen sonra “oy oy oy!… hoş geldiniz, hoş geldiniz.” diyerek kollarını iki yana açtı. Bu toprağın tütününe benzeyen gülüşünü kuşanarak, köyümüzde birilerini görmek ne güzel” diye yakaladığı yanağa bir öpücük kondurdu… Sonrası çamur saman karışımı iki katlı evler… Kuş cıvıltısı ve birileri tarafından uyarılmışçasına bizi selamlayan sessizlik…
“Yazın buğday rengine bürünen bu toprak, kış aylarında kremayı andıran balçığa dönüşüyor.” dedi Hatice Teyze. “Yürümek zor, hele kurak geçen o yazlar…” diye soluğunu dengelemeye çalıştı. Zeytin olmazsa çok zorlanırdık çok…”
Yapılar gelişigüzel inşa edilmiş, terkedilmenin hüznüyle olsa gerek, ayakta durabilmek için sırt sırta vermiş gibi duruyordu. Hangi sokağın kimin evinde sonlanacağına karar veremiyordu insan. Dıştan merdivenli, birer odalı iki katlı yapılardı bunlar. Mutfak olarak kullanılan küçük odalar ilk kata sonradan yamanmış gibi duruyordu. Bu sıra dışı evlerin bir kısmı köylüye ait tarlaları tepeden izlerken, büyük bir kısmı ise “Ayn” diye adlandırılan ve köylünün su ihtiyacını karşılayan su kaynağının bulunduğu çukur bölgeyi çevreliyordu…
Yakın geçmişe kadar bütün köyü besleyen su kaynağı, insanların göçünü anlatmak istercesine kurumuş, etrafını da kurutmuştu… “dün gibi” diye araya giriyor Hatice Teyze “hatta çok yakın bir zamana kadar, su doldurmak isteyenler, sırtında toprak testiler, 2 km uzunluğundaki bu balçık yolu adımlamak zorunda kalırdı…” diye heyecanını dizginlemeye çalıştı.
1970’li yıllara kadar, Ayn suyunu çevreleyen bu alan, köylünün toplanma yeriydi aynı zamanda… Genç erkekler Ayn’ın yükseltilerinde kümelenirken, kadınlar su taşıma işiyle ilgilenirdi. Bu eşit olmayan yaşam, eşit olmayan zorunlu aşklar yaratırdı durmadan…
1980’lerin ilk yıllarına kadar elektriksiz lakin söylencelerin havada buluştuğu köy, şehirdeki sokak lambalarına kavuşmuş ama göç eden insanların yasını tutarcasına hayalet bir görünüme bürünmüş… Zira fanusuyla birlikte onu var eden canlısını kaybetmişti. Modern çağ her şeyi kolaylaştırmakla birlikte, insanı çekip yok etmişti adeta… Kuru incir ve badem eşliğinde yaşanan sohbetlerin, yaşlı öykü anlatıcıları yoktu artık… Hemen ardından Kör Faris’in bilmeceleri…,
Ana damarından kopmuş bir kuraklık, kayıp yaşamların acısını yüzümüze vuruyordu sanki… Modern çağın tuzaklarına bir bir kapılırken, insansız ve hayvansız kalan Hatice Teyzenin gördüğü ilk misafiri nasıl karşıladığı geçiyor gözlerimin önünden. Sonra babam geliyor aklıma, 1977’de Antakya’ya doğru yapılan ekonomik göç… yakın bir yere olsa bile, göçmen olmak, göç etmek zorunda kalmak… Aşkını, kederini, suyunu ebediyen geride bırakmak… Yerleştiğiniz yer ışıkların aydınlığı ile bıraktıklarınızı geçici bir köşeye koysa da, kolay elde edilen mutlulukla kök salma hazırlıkları yapsanız da, geride bıraktığınız tek geçim kaynağı olan tütün ve zeytinin kapladığı o hayat, yitik bir geçmiş gibi daima peşinizde olacak…
“Tez elden değişse de dünyamız,
Bulutlar gibi,
Her olgunlaşan
Düşer en eskinin kucağına…” diye fısıldıyor Rainer Maria RİLKE
YORUMLAR