Albert Camus’nün 1946 yılında Paris’te Combat gazetesi için kaleme aldığı “Ne Kurban, Ne de Cellat” adlı denemesinde, daha doğrusu bu denemenin “Korku Çağı” başlığını taşıyan bölümünde şöyle der:
“Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanları küçülttüler öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiçbir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü kendilerine güveniyorlardı. Çünkü, soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz.”
Son zamanlarda bizde de şiddetli bir şekilde kırılan şey ahlak, vicdan ve adalet duygusu olsa gerek. Ülkede yalız ekonomi değil, hukuk ta bozuldu ! Sakat olan demokrasi daha çok topallamaya başladı. Liyakatsizlik, utanmazlık aldı yürüdü! Yolsuzluk, hırsızlık, haksızlık, vurgun ve soygununun yaygınlaşıp, sıradan bir hal aldığı ülke haline geldik. Memlekette yalınız ekonomi ve siyaset değil, hemen her alanda yozlaşma ve zehirlenme var. Türkiye, bir süredir her sabaha operasyonla başlıyor. Önce kara para operasyonları, Dilan Polat gibi sosyal medya ünlüleri, gözaltılar, tutuklamalar… Sonra sanal bahis operasyonları, futbolculara, teknik adamlara, kulüp yöneticilerine operasyonlar… Şimdi de medyanın gündemini işgal eden, içinde ünlü isimlerin ve gazetecilerin olduğu kişilere uyuşturucu operasyonları. Yine gözaltılar, yine tutuklamalar. Nereden bakarsan suç sarmış her yanımızı. Çürümüşüz. İlişkilerin cılkı çıkmış. Değerler altüst olmuş. Kanayan yaralarımız çok artık. Buna neden olanlar ise Camus’un da belirttiği gibi yaptıklarının kötülüğüne asla inanmıyorlar.
GÜÇ AÇMAZINDA AHLÂLAKİ TUTARLIK SINAVI
AKP iktidarının ve destekçilerinin toplumu getirdiği en olumsuz ve yıkıcı sonuçlardan biri ahlak dediğimiz değerin yok edilmekte oluşudur. Ahlak, bilindiği gibi, doğruluk, dürüstlük ve erdemin bütünlüğüdür. Bu değerlerin, ülke yönetiminden başlayarak aşırı derecede aşınması sonucu oluşan ortamın toplumsal yaralar açması kaçınılmadır.
Son günlerde Habertürk’ün genel yayın yönetmeni ve ekran yüzünün, uyuşturucu kullandığı; televizyon çalışanları üzerinde mobing, cinsel istismar, çoklu cinsel ilişkilere zorlama ve uyuşturucu kullanımını teşvik yoluyla dejenere bir yapı kurduğu suçlamasıyla gözaltına alınmalar; dindar ve muhafazakâr kadroların haramdan sakınma, gösteriş ve israftan uzak kalma, ahlâklı ve ilkeli yönetimi hayata geçirme iddialarının gerçekte ne denli kırılgan ve tartışılır olduğunu; iktidar şartları doğduğunda, dayandıkları zeminin nasıl kaydığını ortaya çıkaran somut ve dikkat çekici bir örnek oluşturuyor.
Hemen her zaman benzerlerinin ülkemizde cereyan ettiğini bildiğimiz bu çarpık ilişkiler tablosunu ilginç kılan ve kamuoyunun gelişmelere daha fazla odaklanmasına neden olan şey; yaşanan olayların merkezinde yer alan ve onlarla bağlantılı oldukları ileri sürülen medya, sanat ve bürokrasi figürlerinin önemli bir bölümünün dini ve muhafazakar kökenden gelen ya da “imam hatip” eğitimi almış kişiler olması… (Fransa’nın yayın organı Le Monde son operasyonu şöyle yorumladı: “İslamcı elitler içindeki iç çekişmeleri gözler önüne seren nitelikte!”).
Öncelikle, burada skandalın merkezinde ve çevresinde yer alan kişilerin özel hayatlarını ve kişisel patolojik hallerini mercek altına alarak sosyal yargılamaya tabi tutmaktan ve kendilerini linç öznesine dönüştürmekten özellikle uzak durmamız gerektiğini belirtelim. Bu hassasiyetle bakıldığında yaşananların, ‘ahlakçı siyaset’ söylemiyle iktidar pratiği arasındaki gerilimin açığa çıktığı sosyal-siyasal bir semptom ve tezahür alanı olarak değerlendirilmesi gerekir.
Türkiyede muhafazakâr siyaset, iktidarın dışında kaldığı uzunca süre içinde meşruiyetini; “ahlaki üstünlük, mazbutiyet, haramdan ve israftan kaçınma ve öte dünyada hesap verme” tezlerine dayandırdı. Bunun temelinde, inanç değerleri, dini hassasiyetler ve bunların bir cemaat yapısı ve siyasal kimlik tanımı içinde, dâva bilinciyle ortak bir davranış normuna dönüştürülmesi ve temsil edici bir ahlak sistemi haline getirilmesi yatıyordu.
Gelinen noktada odaklanılması gereken olgu, biyolojik/fizyolojik güdüler ve insanın ruhsal gerçekliği ile “ahlaki-dini-ideolojik” anlatının (basit deyimiyle “dâva” söyleminin); iktidarın elde edilmesi, güç, prestij ve haz araçlarına erişim, servet edinme ve denetimsizlik şartları altında nasıl çözüldüğü, birbirinden koptuğu ve kendi dinamikleriyle hareket eder hale geldiğidir.
DİYANET, bugün 2025’in son cuma namazında camilerde okutulacak hutbeyi internet sitesinde yayımladı. “Kimliğimiz geleceğimizdir” başlıklı hutbesinde şu ifadeler kullanıldı: “Bugün, insanlık, ahlaki bir yozlaşma ile karşı karşıyadır. Sınır tanımayan bir tarzda gerçekleştirilen eğlencelerle tertemiz yaratılan fıtrat bozulmak istenmektedir. İnsanın; zamanını ve imkânlarını harcadığı ölçüde mutlu olabileceği algısı üretilmektedir. Özüne ve kültürüne yabancı, kimliksiz nesiller oluşturulmaya çalışılmaktadır.”
TOPLUM YOZLAŞMIYOR, DEĞİŞİYOR…
Türk Dil Kurumunun yayımladığı Türkçe sözlükte, yozlaşmak şöyle tanımlanıyor: “Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, bozulmak, soysuzlaşmak, doğasındaki iyi nitelikleri sonradan yitirmek.” Bir başka tanımda da “bir şeyin, manevi anlamda değer yargılarını, özelliklerini ve niteliklerini yitirmesi, bozulması, dejenere olması ve özünden uzaklaşması”dır, denmektedir. Yozlaşma kelimesi İngilizcede/Fransızcada “corruption” kavramıyla ifade edilmekte ve ahlaki çöküntü ve toplumsal çürümeyi anlatan bir anlam taşımaktadır.
Diğer bir benzer kavram ‘dekadans’. De- (aşağı, geri) ve cadere (düşmek) kelimelerinden türetilmiş olan Latince “decadentia” kavramı Fransızcaya “décadence”, Türkçeye “dekadans” olarak geçmiş. Bir kültürün, toplumun ya da sanat anlayışının içsel çözülme, değer kaybı ve düşüş sürecine, dekadans deniyor. Bu, ahlaki, estetik ve düşünsel enerjinin tükendiği; yaratıcılığın yerini taklit ve yapaylığa bıraktığı bir süreç. Tabir, başlangıçta fiziksel veya siyasal gerileme için kullanılırken, 19. yüzyılda anlamı genişlemiş; özellikle kültürel ve sanatsal çözülmeyi anlatan kavramsal bir terim haline gelmiş. Dekadans, basitçe ‘ahlaksızlık’ ya da ‘zevk düşkünlüğü’ değil. Biçimin içeriğin önüne geçmesi, aşırı bireycilik ve narsisizmin yükselmesi, yaratıcılığın yerini tekrar ve pastişin alması, hayatla bağın zayıflaması, irade kaybı…
Bu son zamanlarda Türkiye toplumunun derin bir ‘yozlaşma’, bir ‘dekadans’ süreci içinde olduğundan dertlenenler az değil. Özellikle “muhafazakar- dindar” kesime yönelen bu suçlama, en çok da aynı kesimin ‘yazıp çizenlerince’ dillendiriliyor.
Bence kurumların yozlaşmasından söz edilebilir [Kamu hizmetlerinin yürütülmesinde rüşvet veya menfaat sağlama suretiyle dürüstlüğün yitirilmesi veya dürüstlükten sapma, özellikle kuralların herkese eşit işlemediği yaygınlaşması, insaların kurallara değil, kişisel ilişkilere ve güce bel bağlar hâle gelmesi], ama toplumun, bireyin yozlaşmasından söz edilemez. Kavram, örtük olarak insanda “değişmez bir öz” olduğu varsayımına dayanır. Üç tek tanrılı dinde de, en bilineni Lut Kavmi olmak üzere, yozlaşan toplum/ birey sembolü var. Özünü, geleneğini, değerlerini yitiren, soyunu bozan ve sonunda gazaba uğrayarak yok edilen…
İnsanlar ya da toplumlar, yozlaşmazlar, değişirler. Bu değişim, içinde yaşadıkları koşulların bir yansıması olmaktan öte değil. Hiçbir zaman doğrusal, tek yönlü, bütünlüklü ve tutarlı olmaz, değişim. İçinde eskiyi ve yeniyi uzun süre bir arada taşıyarak, ama bir noktada yeninin eskiyi geçerek, onu ezerek başat hale geldiği bir süreçle değişirler. Eski olanla, yeni olan mantıklı, tutarlı ve düzen içinde bir arada olamazlar. Çoğunlukla da uyumsuz, birbiriyle çelişik, tutarsız bir bir aradalık hali gözlemlenir.
Demem o ki, yozlaşmadan değil bir tür “parçalı” (fragmante) birlikten söz etmek mümkün. Parçalar, birbiriyle tutarsızdır ama bir aradadırlar. Birey, bu parçalardan her birine sahiptir ve birinden diğerine akışkan geçişleri kolayca gerçekleştirir.
Bu noktada Türkiye toplumunun varlık kazanan gayr-i ahlaki tutum ve davranışlar ateistinden dindarına kadar en geniş yelpazede temsil imkânı bulabiliyor. Çünkü buradaki sorun en genel manada insanın kendini bilmeme, kendine gelmeme sorunudur. Bu müzmin sorunun çözümü ise Hacı Bayram Veli’nin (1352-1429) şu dizelerinde ifadesini bulur:
“1. Bilmek istersen seni, Can içre ara canı./ 2. Geç canından bul anı, Sen seni bil, sen seni./ 3. Kim bildi ef’alini, Ol bildi sıfatını./ 4. Anda gördü zatını, Sen seni bil, sen seni…/ … /9. BAYRAM özünü bildi, Bileni anda buldu./ 10. Bulan ol kendi oldu, Sen seni bil, sen seni…”
Delphi’de Apollon Tapınağı’nda, alınlık dediğimiz giriş mekanının hemen üzerinde, “Kendini Bil…”, Latincesi “Nosche Te İpsum” yazılı cümle, Platon’un hocası Sokrat’ın öğretisinin özüdır. Aslında derinliği olan ve çok dikkât çekici bir cümle. “Kendini Bil” uyarısı..
“BU KARMAȘANIN İÇİNDE BEN NASIL BİR İNSAN OLMAYI SEÇİYORUM ?”
2025’in son haftasına girerken, daha aydınlık, daha pozitif şeyler yazmak isterdim ama ben de sahte bir mutluluk havası yaratmak istemiyorum. Memleketin hali ortada. Peki ne yapalım, üç maymunu mu oynayalım, bileklerimizi mi keselim. Çocukluğumdan buyana, 60 yıldır yurtdışındayım. Dile kolay 40 yıldır yazıyorum. Fiziksel olarak memleketten uzak kalmakla, duygusal olarak ayrılamıyoruz. Dallarımız başka diyarlara uzanabilir ve orada yeşerip, üniversitede akademisyen olarak çiçek açabilir ama bu köklerimizin bu topraklarda olduğu gerçeğini değiştirmez. Bedeniniz göç ettiğiniz yerde bulunsa da, memlekette bir deprem olduğunda (gerçek ya da metaforik anlamda) sizin yine dünyanız başınıza yıkılıyor. Tek yolumuz birlikte, insan kalabilmek için mücadeleden geçiyor.
Sonuçta, aynı günü yaşamaktan kurtulmanın tek yolu, kendini dönüştürmektir. Dünyadaki adaletsizlikleri kontrol edemeyiz; ama kendi dünyamızı yeniden kurabiliriz. “Kendi hayatımı nasıl güzelleştirebilirim?” “Kendi hikayemi nasıl yaratabilirim?” sorularını hem kendimize, hem çocuklarımıza sorabiliriz. Umudumuzu hiç kaybetmeden kendimize sormamız gereken en önemli soru da şudur: “Bu karmaşanın içinde ben nasıl bir insan olmayı seçiyorum?” Cevaplarımız değiştikçe, biz iyileştikçe, kolektif bilinç de iyiye ve olumluya evrilecek, uzun ve zorlu bir yol olsa da Türkiye de, dünya da değişmeye başlayacak. İnadımız daim olsun!
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğ. Üy.
Bordeaux, Cuma 26 Aralık 2025

YORUMLAR