Ufuk ÖZGÜL
Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını gösterir. / L. Wittgenstein
Röportaj: Murad Demirkol
Ufuk Özgül İstanbul’da doğdu. Erenköy Kız Lisesi mezuniyetinin ardından Marmara Üniversitesi Müzik Eğitimi Bölümü’nde şan, piyano ve viyola dallarında öğrenimine devam etti. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde, yaratıcı drama ve diksiyon ile Sinema-Tek Derneği’nde film yapım üzerine eğitimler aldı. Bağımsız Sinemacı Yönetmen İsmet Arasan’ın hazırladığı “Perdeler: Van Depremi” 2013, “Balkanların Kalbindeki Sahne” 2014 ve “Gülçınar İlhami Emin” 2017 Belgesel filmlerinde proje metin çözümleme ve Yönetmen Asistanlığı görevini üstlendi. 2011’de Şimşek Yayınları’ndan basılan “Denizkabuğu, Peri ve Karakuş” isimli çocuk öyküleri kitabıyla, 2013’te Bilfen Yayınlarından çıkan “Haylazlar Tayfası” isimli çocuk öykülerinden oluşan kitapları mevcuttur. 1997’deki ilk kolaj sergisinin ardından sokak fotoğrafçılığına yönelmiş, kimi güncel dergilerde fotoğrafları ve öyküleri yayımlanmıştır. Yüksek Mimar Mühendis Doğan Tekeli’nin, 2012’de Yapı Kredi Yayınlarından basılan “Mimarlık: Zor Sanat” isimli mesleki anı kitabının dosyalama çalışmasında görev almış, önümüzdeki aylarda yayımlanacak olan “Basamaklar” isimli ikinci anı kitabının dosyalama çalışmasını sürdürmektedir.
Ufuk Özgül: Öncelikle söyleşi öneriniz için teşekkür ederim. Okul öncesinde, annemle babamın bana okudukları kitapları birkaç kez dinledikten sonra ezbere okuduğumu çok net anımsıyorum. Sonraki yıllarda Harriet Beecher Stowe’un “Tom Amca’nın Kulübesi” ve Bernardin De Saint Pierre’in “Paul ile Virginie” adlı eserleri, beni derinden etkilemişti. Hemen her yaz gittiğimiz Niğde ve Bor’da geçirdiğim renkli çocukluğum da gönül kanavama yazının özellikle öykücülüğün ilk tohumlarını atıyordu. Sözünü ettiğiniz belgesel, fotoğraf ve edebiyat üçgenin içinde yer alabilmek; ‘içinde ve dışında’ nefes aldığımız çemberin, görünen ve görünmeyen yönlerini tanıma, bilme ve anlama gayreti gerektiriyordu zira edebiyatın, ana malzemesi insandı. Ama kurmacanın en güçlü değerinin, aktarıcı silahının da dil olduğu geçekliğiyle edebiyat, elbette dil ve anlatım duyarlılığına sahip önemli bir sanat dalıydı ve fakat yaşamın, yaşananların ve yaşayanların bire-bir kopyası değildi. Öykü ve romanın, kuşkusuz, yaşamdan esinlenilerek; yazarın hayal ve kurmaca gücü, yeteneği çerçevesinde yaratıcı yazarlık ürünü olarak, yepyeni bir dünya kurma anlamında benzersizlik içerdiği önemli bir özellikti. Bu düşünce ve gayretlerle ilk yazın üretimim, 2015’te aramızdan ayrılan değerli Panayot Abacı’nın yönetiminde çıkarılan ‘Orkestra Dergisi’nin 1985 tarihli on dördüncü sayısında yer alan “Müziğin Doğuşu ve Gerekliliği” başlıklı deneme yazım ve değerli keman hocam virtüöz Fethi Kopuz’la gerçekleştirdiğim söyleşim oldu. Görsel hafızam, yazıyı fotoğrafa, fotoğrafı belgesele taşıyor, kâğıda aktarmak istediklerimi, düşüncemde bir araya getirmeye çalıştığım parçaları, bu üç dalda bir bütün olarak görebiliyordum. İki yerel televizyon kanalındaki görevlerim ve Sinema-Tek’te aldığım film yapım kursu, bütün yazmak istediklerimi görsel gerçeklikle ifade edebilmeme köprü olabilecekti. Birbirini besleyen bu dallar, rahmet ve minnetle andığım edebiyat hocam, değerli şair, ressam ve öykücü Celal Özcan’ın yüreklendirmesi; ilk öykü kitabım “Denizkabuğu Peri ve Karakuş”, ardından “Haylazlar Tayfası” isimli ikinci öykü kitabımı, okurla buluşturdu. “Etki kaynaklarınızdan bahseder misiniz?” sorunuza vereceğim yanıtın, bu satırlara sığabileceğini düşünmesem de önceliklerim Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ece Ayhan, Oğuz Atay, Yaşar Kemal, Albert Camus, EricHoffer, Stefan Zweig, Virginia Woolf, Maurice Blanchot, Eduardo Galeano … diyebilirim.
M.D: İlk çalışmalarınızda ön plana çıkan türler daha çok hangileriydi?
U.Ö.: Olay yazıları ve düşünce yazıları olarak öykü ve deneme, ilk ve sürdürmeye çalıştığım türler arasında önceliklerini koruyor.
M.D: “Gelin, birlikte Nihal Hanım’ın “Sevgi Limonatası”ndan içelim. Sokak çalgıcılarından müzik dinleyelim. Çınar ağacının gölgesinde “Can Dostumuz”un mektubunu okuyalım…” Denizkabuğu Peri ve Karakuş isimli eserinizden… Çocuk ruhunu toplumun karmaşasına yedirmek istemeyen bir mücadele….
U.Ö.: Dünyamız gariptir; acılarımızın faturalarını, çocuklarımıza çıkartırız. Eleştirel bir gözle baktığımızda ise; çocuklara “kurtarıcı” olma, arama, “sürüleşme” aşısı aşılamaya yönelik izler görürüz. Özellikle bizdeki gibi ilerlemiş yaşımıza rağmen kolay kolay aileden -mezun- olunamayan toplumlarda; satır aralarını boş bırakmadan, büyüklenmeden çocuk ruhunu okuyabilmek, sanırım çocuklaşmadan çocuk kalabilmekle sağlanabilir. Tüm bunlara bir de günümüz çocuk hak ve ihlalleri eklenince, bu acılarla yüzleşmek istemeyenlerimize bir dönem hepimizin çocuk olduğumuzu anımsatmak istedim.
M.D: Edebiyat, belgesel ve bir fotoğraf emekçisi olarak İmge ve çizgi üzerine konuşur musunuz?
U.Ö.: Kişinin yaşam felsefesini ve hayatla derdini, düşselden yola çıkarak; ister görsel, ister sözel aktarma çabasını ve bunu gerçekleştirmesini, kişinin yaşamında benimsediği duruş çizgisiyle ilintili görüyorum. Birilerinin sesi olabilmenin ilk koşulunun, yönetmenliğini BélaTarr’ın yaptığı ‘Torino Atı’ filminde geçen: ”Yaşayan her canlının bir onuru vardır.” sözünü ilke edinmiş bir çizginin yansıtabileceğini düşünüyorum.
M.D: Kalemin zamana yenik düştüğü bir süreçten geçiyoruz… Sanatın yüzeysel bir dille var olduğu, bireyin kolaycılığa sığındığı ve her düşünceden toplumun kötücül bir koroya dönüştürüldüğü bir süreç. Sanatın sağaltıcı yönü, günümüz toplumundan sağlıklı bireyler çıkarabilir mi?
UÖ: Sorunuz bana Alexander Brener ve Barbara Schurz’ın birlikte kaleme aldıkları “Sanatı Sanatçılardan Kurtarın” başlıklı yazılarını ve Albert Camus’un ‘Bugünün Dünyasında Sanatçı Ne Yapabilir?’ başlıklı yazısının bir bölümünde yer verdiği:
“Elbette sanat tek başına doğruluk ve özgürlük getirecek bir dirilişi sağlayamaz ama, sanat olmadıkça bu diriliş biçimini bulamaz, bulamayınca da hiçbir şeye benzemez. Kültür ve onun gerektirdiği bağıntılı özgürlüğün bulunmadığı toplum ne kadar düzenli olursa olsun bir vahşi ormandır. Onun için de her gerçek sanat yaratışı yarın için bir muştudur.” tespitlerini düşündürdü. Şimdilerde yaşam başlı başına çözümsüzlüğün test edilmesi değil mi? Sanatın, müzayede salonuna dönüşmesi de cabası. Otosansüre iteleyen ne varsa -hayır- diyebilmeli insan. Ve bunun yine sanat ile mümkün olacağı kanaatindeyim.
M.D: Yapay söyleşiler, kurgusal ödül törenleri ve abartılı imza günleri… Edebiyat camiasındaki bu şişkinliği nasıl tanımlarsınız?
U.Ö.: Doğrusu, yazarın, yazın üretiminde anlattıklarıyla eserine imzasını zaten atığını düşünüyorum. Yapaylığın ölçüsünün, kişiden kişiye göre değiştiği elbette bir gerçek lakin, duyurusu yapılan ödül törenlerine başvuruda bulunulan eserlerin ki bununla ilgili PEN Başkanı Zeynep Oral’ın 18 Ekim 2017’de; “Okumadan ödül veriyoruz” izahından yola çıkarsak; gelecek vaat eden yazın emekçilerinin uğradıkları haksızlıkları da düşünmeden edemiyorum. Sadece ödül ve söyleşiyle de sınırlı kalmayıp, kitap fuarlarında kitaptan çok yazara rastlayınca haliyle olumsuz bir tablo gözler önüne seriliyor. Ayrıca bu dalda gerçekleştirilen kimi söyleşilerin de söyleşememekten öteye geçemediğine inanıyorum.
M.D: Dünyamız, savaş tacirlerinin demokrasi savunuculuğuna soyunduğu garip bir ruh haline doğru evrilirken; göç, çocuk işçiliği ve çocuk gelinler konusuna değinmek ister misiniz?
U.Ö.: Zaman zaman iletişimsizliği de beraberinde getiren iletişim çağında yaşanılan ve yaşatılan acıların gün yüzüne çıkmasının tek başına yeterli gelmediği bir gerçek. Üstesinden gelebilmek de aynı ölçüde tüm bu acıların duyulmak ve görülmek istenilmesiyle ancak mümkün olduğunu düşünenlerdenim. Hindistanlı, Bangladeşli çocuk isçileri, Afrikalı çocuk savaşçıları, madenlerde çalışan, mahpushanelerde ırzına geçilen, aile içi şiddete, enseste uğramış, göçertilmiş… çocuklarımızın acılarını sonlandırmak, savaş ve piyasa tanrılarına karşı mücadelenin, gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmanın, öykülemenin vakti geçiyor diye hayıflanıyorum. Duyarlı sorularınız için teşekkür ederim.