Benim zamanlarımın Antakya’sı …

Bilinmez yolum, bitimsiz aşkım… “Benim zamanlarımın Antakya’sı, genç kalbimin güzel, büyülü, düşsel Antakya’sıdır… Ömrümün reyhanı…” demiş Hakan Mertcan, Antakya’yı ve bu kadim toprakları anlatan son kitabında. Neler sığdırmamış ki o kitabın sayfalarına? Bize dair çok şey, unuttuğumuz çok şey, yanı başından geçip gittiğimiz çok şey… Ropörtaj / Tamer Yazar Antakya’ya dair daha kaç kitap yazılmıştır […]

Bilinmez yolum, bitimsiz aşkım…

“Benim zamanlarımın Antakya’sı, genç kalbimin güzel, büyülü, düşsel Antakya’sıdır… Ömrümün reyhanı…” demiş Hakan Mertcan, Antakya’yı ve bu kadim toprakları anlatan son kitabında. Neler sığdırmamış ki o kitabın sayfalarına? Bize dair çok şey, unuttuğumuz çok şey, yanı başından geçip gittiğimiz çok şey…

Ropörtaj / Tamer Yazar

Antakya’ya dair daha kaç kitap yazılmıştır bilmiyorum ama, okuduklarım arasında, içinde uzanan dar sokakları boyunca bana en fazla adım attıran kitaplardan biri oldu, Hakan Mertcan’ın -Asi Gülüşlüm, ah Güzel Antakya-sı… Sanırım kapağında kayboldum önce! Parça parça eksilen bir kentin hikayelerinin fısıldandığı o ilk sayfa ile başladım kaybolmaya ve aslında hiç bulunmak istemedim, ki sanırım ben de kaybolmak istedim eldekinde… O yüzden, bir an önce okuyun. Antakya’nın ruhunu, tarihini, coğrafyasını, kültürünü ve kimliğini, inancını, hayatını, sanatını ve edebiyatını, sofrasını ve hatta sporunu fısıldayan sayfaların sizi bekleyen kelimelerinin cümle hallerini okuyun ve fark edin! Eldekini, kalanı, kalabileni! Ama en çok da, bu sayfaları bir araya toparlayan Hakan Mertcan’ı…
Sorularımızı cevaplandıran ve sayısız ismi Antakya bağlamında bu kitap başlığında bir araya getiren Mertcan, çeşitli üniversitelerde 10 yılı aşkın bir zaman akademisyen olarak çalışmış bir isim. Bunu yaparken de toplumsal sorunlarla uğraşmaktan da geri durmamış ama. Bunun en büyük örneği mi? Barış İçin Akademisyenler’in 2016 yılı başlarında yayımladığı “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalamış mesela! Ardından mı? Hakkında adli ve idari soruşturmalar başlatılmış, davalar açılmış. Mersin Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaparken, bütün kalbiyle bağlı olduğu işinden, öğrencilerinden koparılmış.
Ama dedik ya, hayata dair rüzgar ne kadar sert eserse essin, cesareti de, Antakya’ya olan sevdası da hiç dinmemiş, ki biz de o sevdanın şehri adına sorduk her bir sorumuzu. Tabi bu kitap içinde birbirinden güzel yazılara imza atmış; Mehmet Ateş’i, Süheyl Budak’ı, Barış Can’ı, Şule Can’ı, Alim Koray Cengiz’i, Cem Doğan’ı, Çiğdem Duman’ı, Levent Duman’ı, M. Kemal Ersöz’ü, Gökhan Evecen’i, Yelda Güzel’i, Berna İleri’yi, Müslüm Kabadayı’yı, Sonyel Oflazoğlu’nu, Ender Özbay’ı, Murat Özdan’ı, Cevdet Rende’yi, Meral Şeker’i, Tevfik Usluoğlu’nu, Leyla Uyar’ı ve Cihan Yüksel’i unutmadan…

Başlayalım mı?

Kurtuluş Caddesi’nin görkemli Roma’sından avlulu evlerin binlerce ömrü sığdırmış belleklerine… Antakya, çok farklı başlamış kitabınızda ve dün, bugüne çok uzak kalmış. Eldeki dün ile bugün arasındaki o uçurum gerçekten de bu kadar büyüdü mü?

‘Hangi açıdan’ diye sormak lazım. Dün ile bugün arasındaki kültürel farklılık mı, etno-dinsel yapı mı yoksa mimari ve kentleşme anlamında mı? Kitapta bunların hepsine yanıt aranmaya çalışılıyor esasında. Bu tarihi kentin dünü ve bugünü arasında mesafenin olmaması eşyanın tabiatına aykırı zaten. Değişim, temel bir yasa ama, tabi ki bu her zaman olumluya referans etmez. Yani sağlıklı bir insanın hastalanması bir değişimdir, ama hiç de iyi bir sonuç değildir bu. Yani bu kadim kent de değişti, ama nasıl? Hep iyiye ve güzele doğru bir gelişme miydi bu? Buna bir çırpıda cevap vermek zor. Kitabın yolculuk heyecanını da azaltmadan şu kadarını ifade edebilirim, bazı açılardan geriye döndürülmesi güç kayıplar var, ama tüm tahribata rağmen halen dip diri olan bir Antakya ruhu da var…

Vakıflı Köyü’ne dair yazarken, ‘bir avuç kalmış’ ifadesine yer vermişsiniz… Yer verirken de, ‘sessizliğe dalan gözlerden’ bahsetmişsiniz… Kadim toprakların coğrafyasında acı denen şey çok mu birikmiş sizce de?

Gerçekten de bir avuç değil mi? Bir zamanlar bu kentin hamurunda un olan, tuz olan, su olan, bu kentin bünyesinden ayrıştırılması çok güç olan kadim bir halk, Ermeniler ‘buharlaştırıldı’ adeta. Vakıflı’ya, Musa Dağı’na bakarken efkarlanmamak, gözlerin dalmaması mümkün mü? İnsan evladı bu trajediler için acı duymuyorsa, gerçekten insan olma yolunda pek mesafe kat edememiş demektir. Bakın sadece Ermeniler değil, birçok farklı inançtan, etnisiteden insanın büyük acılarını görürüz bu topraklarda. Kitapta bunların bir kısmının “hikayeleri” var… Acı, hüzün, efkar biraz da bizim buralı sayılır, neşe ve direnç gibi. ‘Acı göletleri bulunur açtığımız her kapının ardında’ desem abartmış olmam sanırım. Kadim bir coğrafya olmanın kaderine de bu düşüyor zaten. Bütün bu Ortadoğu, Anadolu, Mezopotamya’nın kaderi bu çizgiye yazgılı maalesef.

Her bir yazıda, her bir yazarın kaleminde, bu coğrafyaya dair neredeyse aradığımız her şeye rastlıyoruz… Sanki uzun zamandır kaybolan parçalar bir araya gelmiş gibi… Öyle mi?

Bir Antakyalı ve gazeteci olarak bunu hissettiyseniz ne ala, ki hemen size teşekkür etmeliyim. Görülmeyen, tozlanan, unutulan bazı parçaların bir araya getirilmesi diyelim, ama daha alınması gereken çok yol var. Tevazu olsun diye söylemiyorum, ama bu hamur daha çok su kaldırır… Bu kitap için, ‘ Antakya’yı Antakya’ya anlatma çabasından’ ziyade, ‘Antakya’nın değerini teslim etme gayreti’ diyelim biz. Bizim çalışmamız, geç kalmış bir çabanın ön adımı bana göre. Umarım, bizler gibi Antakya’ya sevda duyan arkadaşlar bunu kendileri için mümbit bir zemin olarak görür ve bizlerin eksik kaldığı, gücünün yetmediği hususlarda yeniden ve yeniden Antakya’nın değerini teslim eder.

Kitabı okurken, farklı kalemlerin anlatışında derine inmeye cesaret eden herkesin fark ettiği bir hüzün var… O hüzün, ortak bir buluşma noktası gibi! Kayıpları çok olan bir kenti fark ediyorsunuz aslında… Sahi, bu kitapta diğerlerinin fark etmesini istediğiniz tam olarak neydi?

Hüzün ve kayıplar konusundaki düşüncelerimi ilk soruda biraz ifade ettim. Fakat şunu ekleyeyim… Çoğunlukla, fiziki kayıplar hayatın bir gerçeği, fakat bu kayıpların bir zamanlardaki varlığını ortaya koymak, değerini bilebilmek ve buna uygun bir pratikle o kayıplarımızı anımsamak, yâd edebilmek, bugünkü varlığımıza sağlıklı bir katkı sunacaktır. Bana göre, tarih bilinciyle örülmüş bir kolektif hafıza, uygar bir toplum olmanın önemli bir özelliğidir. Gelelim, okurların fark etmesini istediğim şeye… Bunu hazır bir cevap olarak sunmak istemiyorum. Herkes kendi cevabını bulmalı. Ben sadece bir ipucu vereyim: Günlük hayatımızda çok duyduğumuz, ama aslında derinliğini kavrayamadığımız kavramlar, söylemler var: Kadim Kent, Medeniyetler buluşması, Mozaik vb… İşte bunlara ilişkin, okuru, tarihsel-toplumsal-kültürel ve entelektüel bir yolculuğa çıkarmak…

Antakya’nın Uzun Çarşı’sı betimlenirken, Ahmet Amca’dan Corc’a ve Bedros’a, bu şehrin mozaiği fısıldanmış. Fısıldanırken de, eldeki için Nuh’un Gemisi tabiri yapılmış. Bu kenti bilen biri olarak, o gemi bu kentin ne kadarını kurtarabilmiş, belli mi? O gemiden bugüne kalan ne olmuş?

Bu soruyu asıl o benzetmeyi yapan arkadaşımız Mehmet Ateş’e sormak lazım… Benim gördüğüm, tüm tahribata, talana, yağmaya, baskıya, asimilasyona rağmen, halen hem kültürel miras anlamında hem de bir bütün olarak ‘kentin ruhu’ anlamında bugüne taşınan hatırı sayılır bir birikim var.

Bunca farklı ismi, farklı kalemi, ortak bir coğrafyada buluşturmak kolay oldu mu peki?

Öncelikle şunu söylemem gerekiyor… Bu kitap, kolektif bir emeğin ürünü ve bu kitabın emekçisi olan Yazarlar, hepsi bu ortak coğrafyanın evladı. Yani ya Antakyalı ya da artık bir yerinden Antakyalı olmuş, bu zamane kraliçesinin sevdalı bakışları düşmüş üzerine. Kısacası Antakya’ya gönlünü kaptırmış… Antakya’ya dair ortak duygular ve duyarlıklar, bizlerin bir araya gelmesini, çalışmasını çok kolaylaştırdı. İlk defa Antakya üzerine yazanlar oldu. Bütün etkileyiciliğimi kullanarak teşvik ettim onları 🙂 … Müslüm Kabadayı gibi uzun yıllarını bu sevdaya vermiş olanlar var. Ben, bu kente emek vermiş birçok kimsenin olmasını istedim açıkçası. Bazıları kimi gerekçelerle geri çevirdi teklifimi, ama eminim kitap çıktıktan sonra hepsi pişman oldu böyle bir çalışmada olmadıklarına… Yazarların, editör olarak beni yormasından ziyade, ben de yazarları her noktaya ve virgüle varana kadar yordum. Antakya’nın güzelliğine yakışan budur zira…

Eldeki kitabın anlattığı ‘bizleri’ ve bu coğrafyayı merak edenler için tek bir cümle kurmanız gerekseydi eğer, okunası bu sayfalar için ne söylerdiniz? Sizce, ‘niye okunmalı’ ?

Bu kitapta, bir kente duyulan muhabbet, içindeyken bile hissedilen hasret, kentin varlığına dair en ciddi konular da bile hissedilen sevda dolu bir ruh var… Niye okunmalı? Eğer Antakyalıysanız, bence aksi şansınız olmamalı. Eğer Antakya’yı bir nebze solumuşsanız, gerekçeleri belleğinizde zaten saklıdır. Yok, hiç solumamış ama varlığına ilgi duyuyorsanız, o zaman da sizi keyifli ve canlı bir yolculuğa çıkaracağı için okumalısınız diye tavsiyede bulunabilirim.

Son olarak… Yemeğinden sanatına, yaşam kültüründen birikmiş yorgun anılarına kadar, bu coğrafyaya dair her şey var bu kitapta. Sanırım tüm bu anlatılanlar, bir bilgiden öte, ‘Bir memlekete, bir diyara duyulan aşkın numunesi…’O aşk adına, sizden bugünün coğrafya insanlarına verilecek bir mesaj olmalı…

Naçizane, şunu söylemek isterim… Antakyalılar, büyük bir mirasın üzerinde oturuyor. Lütfen bunun bilincinde olalım öncelikle. Klişe ifadelerin kolaylığına sığınmaktan ziyade, günlük yaşamımızı o gurur duyduğumuzu söylediğimiz değerle var edelim. Son olarak, oldukça önemli bir süreçten geçiyoruz. Suriye’de yürütülen vekâlet savaşının etkilerinin en çok yaşandığı mekânlardan birisidir Antakya. Cihatçı denilen katil çeteleri, ruhunu şeytana teslim etmiş olanlar, onların “patronları” çirkef gözlerini dikmiş bu zarif kente. Çok kimlikli, çok dilli, çok kültürlü olan bu kadim kentin varlığı ciddi tehdit altında. Buna karşı bilinçli, halkların dayanışmasını esas alan, savaşa, teröre, etnik ve dini fanatizme karşı tavır alan, yabancı düşmanlığı tuzağına düşmeyen örgütlü bir kent dayanışması hayati önem taşıyor. Geçmişten devraldığımız değerleri ve birikimi gelecek kuşaklara aktarmak istiyorsak, gelecekte bir ‘Asi Gülüşlüm’den söz edilmesini arzuluyorsak, işaret etmeye çalıştığım duyarlılığın hafife alınmamasını, göz ardı edilmemesini önemle ve özellikle rica ederim.

Exit mobile version