İspanya ile ilgili merakım Fransa’ya gelişimimin ilk yılları ile başladı. İlk defa Francisco Franco’nun adını o gençlik üniversite yıllarında duydum. Aynı yurtta kalan İspanyol bir arkadaşım Ernest Hemingway’ın İspanya İç Savaşı sürecini anlatan ‘Çanlar kimin için çalıyor’ (Pour qui sonne le glas ?) romanını hediye etmişti. Bilindiği gibi bu romanda Hemingway Franko’nun uygulamalarının İspanya’yı iç savaşa sürüklediğini roman diliyle anlatır.
Hemingway romanında gerilla güçleri arasında savaşan ABD’li profösör Robert Jordan’ın gözünden savaşı ve ölümleri sorgular. Burada daha anlamlı olan kitaba verilen ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor?’ başlığına ilham kaynağı olan İngiliz şair, yazar ve vaiz John Donne’nun (1572-1631) Katedraldeki bir vaazdan aldığı “Ada değildir insan / bütün hiç değildir bir başına / anakaranın bir parçasıdır / bir damladır okyanusta / bir toprak tanesini alıp götürse deniz / küçülür Avrupa / sanki yiten bir burunmuş / dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi / ölünce bir insan eksilirim ben / çünkü insanoğlunun bir parçasıyım / işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını / senin için çalıyor” şeklindeki alıntıdır.
Bu vaazın insanın toplumu oluşturmadaki önemi ve bir insanın yitmesinin bile insanlık için bir kayıp olduğundan yola çıkarak çanların insanı yitip gitmesini uyarı için çaldığını ifade etmesidir. Romanın daha ilk sayfasında söyler bunu Hemingway: Yeryüzünün herhangi bir yerinde bir insan ölürse senin de bir parçan ölür onunla birlikte.
Evet bir kişinin bile; anlamsız; daha doğrusu kimilerinin ısrarla anlam vermeye çalıştığı savaşlarda yitip gitmesi insanlık için, toplum için büyük bir kayıptır. Öyle düşünülmelidir ki bütün politik amaçların insanı yargılamaya, hapse atarak yok etmeye değil ona yani insana içinde yaşadığı toplumla birlikte özgür, mutlu bir yaşama ortamı yaratmaya yönelmesi sağlanmak başarılı olsun.
Her halükârda iktidarda kalmanın ağır bedeli
BASKI İKLİMİ, HER HALÜKÂRDA İKTİDARDA KALMANIN AĞIR BEDELİ
Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim. Batı’nın “İslam dünyasında demokratik bir istisna” olarak gördüğü Türkiye bütünlüklü sosyal bir yapı çıkarmakta zorlanıyor. Demokrasi, kendi kendini varedebilmek demektir. Kendini yaşamın gereklerine göre her seferinde yeniden… yeniden inşa edebilmektir. Cumhuriyet’in kuruluşundan buyana bunu bir türlü beceremedik, beceremiyoruz. Oysa yirmi üç yıl önce “artık özgürlüğü seçelim de kendi kendimizi yaratalım” noktasına geldiğimiz bir sürece girmiştik AKP iktidarıyla. Beş-altı yılı başarıyla geçen, bildiğimiz cicim yılları yaşadık. Ama işte hepsi o kadar. Sonra denetim ve dengeden mahrum her iktidarın başına gelebilecek şey oldu: AK Parti yoldan çıktı. Birkaç yıldır gün geçmiyor ki demokrasi, özgürlükler, hukuk alanlarında bir hak ihmali yaşanmasın. O kadar ki, dünya çapında yapılan her araştırmada, her indekste Türkiye’nin yeri bir önceki yıla göre geriye gidiyor. Farklı düşünenler ve en masum eleştiriler, hainlik yaftasıyla mahkûm edilmektedir. Son bir aydır iktidara karşı kitlesel protestolar yayılıyor. Ülkenin dört bir yanında emeklisi, işçisi, öğretmeni, öğrencisi, çiftçisi pek çok kesim izlenen yanlış politikalar sonucu kendilerine ödetilen ağır faturaya karşı tepkisini dile getiriyor. Kadınlar şiddete, ayrımcılığa, nasıl doğuracağına bile karışma arayışındaki siyasi akla karşı ayakta. Eğitimde gerici politikalarla birlikte sürgün adımlarına karşı öğretmenler meydanlarda, öğrenciler Atatürk Cumhuriyeti kazanımlarını vurgulayarak öğretmenlerine destek için alanlarda. Derinleşen yoksulluğa karşı yurttaş isyanlarda. Bereketli tarım arazilerinin betona gömülmesine, yandaşa cep doldurtmasına, sulak alanların yok edilmesine, doğayı katleden vahşi madenciliğe, çevre kıyımına karşı toplumsal sorgulama, biz kime ne için oy verdik sorusu artmakta… Özetle yurttaş hakkı olan hesap verilebilirliğin, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak isteyen cephenin ise tepkileri, eleştirileri baskıyla susturma peşinde olmaları.
Sürdürülmekte olan bu baskı iklimi, hukukun siyasallaştığı, adaletin bir yargı meselesi olmaktan çıkıp bir ‘sadakat sınavı’na dönüştüğü Türkiye’yi devasa bir hapishaneye dönüştürmüş durumda. Son günlerde de görüyoruz ki, İBB tam anlamıyla çökertiliyor. Daire başkanlarına kadar hatta daha aşağılara indi gözaltılar. Eşlere, ağabeylerine indi gözaltılar; herhalde yakında çocukları, anaları, babaları, nineleri, dedeleri, onların yakın arkadaşlarını, kim varsa gözaltına alırlar.
Bu ceza kolonisinde kimileri dört duvar arasında mahkûmlar, kimileri ise dışarıda ama benzer bir tazyik altında yaşıyor. Cezaevinde olmayanların kendini özgür sanması büyük bir yanılgı. Çünkü düşünmeyen, ilgilenmeyen, sessiz kalan bile bu düzenin öğütücü çarklarının hedefinde. Sessiz kaldıkça, çarklar daha da hızlanıyor.
Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz?” sorusunu en anlaşılır haliyle cevaplamak zorunda olduğumuzu; bu enkazdan ‘kendi kaderini tayin hakkı için mücadele’ etme ateşiyle çıkan bir toplum görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye artık bir yol ayrımında. Önümüzde en kıssa bir süreç içinde yapılacak erken seçimin konusu “Ülkeyi falanca mı yönetsin filanca mı yönetsin” tercihi olmamalı. Siyasi muhalefetin yapması gereken öncelikli iş bugünkü enkazı kaldırıp her bakımdan tahrip olmuş devlet makinasını nasıl onarıp yeniden işleteceklerine dair millete güven verecek bir ortak program ortaya koymaktır.
‘ÇANLAR BİZİM İÇİN, TÜRKİYE İÇİN ÇALIYOR’
Büyük Avrupa tarihçisi A. J. P. Taylor 1848 Devrimleri sırasında Almanya’nın burjuva ve işçi sınıfının beraberce yürüteceği bir demokratik dönüşümün tüm koşullarıyla hazır olduğunu ama bunun gerçekleşmediğini anlatır. Orta sınıf ve işçi sınıfı arasındaki bölünme, güçlü Alman ve Avusturya aristokrasinin aradan sıyrılıp, 1848 Devrimlerini kendi lehine çevirmesiyle sonuçlanır. A. J. P. Taylor, 1871’de Prusya ve Almanya federasyonlarının birleşik Almanya’yı kurduğunu ama 1848’de kaçırılmış o fırsatın demokratik ve liberal değerler üzerine inşa edilmiş bir Almanya yerine otokratik bir Almanya’ya yol açtığını anlatır. Ona göre Nazizm’e giden o korkunç macera böylece 1848’de kaçırılan o fırsatla başlar. Tarihçi şöyle der: 1848’de Almanya tarihi bir dönemece gelmişti ama bu dönemeçten dönmeyi beceremedi. (German history reached its turning-point and failed to turn.)
Almanya savaşı kaybedince Bernard Adenaur yıkıntılar arassında şöyler der; “Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi bir kişiye verecek kadar aptal olmayız.”
Çok etkileyici bir cümle öyle değil mi?
Bizim tarihimizde de böyle dönemeçlerle doludur. Yaşadığımız son on üç yılda iki büyük dönemeç olduğunu düşünüyorum. Gezi ve 15 Temmuz. Şimdi de üçüncüsü; İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu 19 Mart sabahı haksız ve hukuksuz şekilde tutuklanmasından sonra başlayan ve Türkiye’de şu ana kadar görülmemiş, hem aşağıdan yukarı büyüyen hem de kurumsal parti siyasetiyle el ele verebilen bir kendi geleceğini belirleme (kendi kaderini tayin) ve demokrasi hareketini yaşıyoruz. Atatürk’ü aşmak isteyenlerin İnönü’nün gerisinde kaldıkları bir noktadayız. Bir kara deliğin içine girdiğimize bence şüphe yok ama kara deliğin bizi nereye çıkaracağını henüz bilmiyoruz.
Tüm ihtimallerin bilincinde olmamız ve o bilinçle hareket etmemiz gereken bir noktadayız. Başları kuma gömmenin zamanı değil. Eğer bu hareketlenme mevcut ivmesiyle genişletirip bir demokrasi hareketi olarak derinleştiremesek; Türkiye’nin bütün kurumsal yapılarını tahrip eden, toplumu adalete, özgürlüklere hasret bırakan, ülkeyi derin bir yoksulluğa mahkum eden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen ve kendisini devletle özdeşleştirmiş bu “Türk Tipi Tek Adam” alaturka sistemden kurtulamazsak hiçbirimiz yarınımızdan emin olamayacağız.
Çıplak gerçek karşımızda : ‘Çanlar bizim için, Türkiye için çalıyor.’
Tarihî dönüşüm anları, elbette ki, zor ve zorludur. Türkiye, bu zorluklara göğüs gerebilme iradesi ortaya koyabildiği ölçüde, yörüngesini bulma ve tarihî yolculuğa soyunma mücadelesinde mesafe katedecektir…
Son yıllarında bize gösterdiği gibi, ilke dâimâ şu olmalı mutlaka: Yürüdüğün yol kadar değil, aldığın mesafe kadarsın…
TÜRKİYE, NASIL MESAFE ALACAK, PEKİ ?
Bu soru çok önemli. Tarihin bu aşamasından sonra, Kemalist ideolojisi gömleğini geçirip tekrar “fabrika ayarlarına dönüş”ü hedeflemek yerine söz konusu “ayarlar”ı zamanın ruhu çerçevesinde sorgulama ve yorumlama yaklaşımını benimsemelidir. Çünkü bugün karşımıza devletin kurucu ideolojisi ‘çoğulculuk’, ‘farklılıklara saygı’, ‘katılımcılık’, ‘müzakere-uzlaşma‘ kavramlarının aksine ‘tekçilik’, ‘farklı olanı asimile veya inkar ya da imha etme’, ‘merkeziyetçilik’ esaslarına dayalı olduğundan ve devlet organizasyonu (iktidar, yasama, yargı, bürokrasi) ve tüm aparatları ile bu ideolojiyi besleyip sürekli olarak yeniden var edebildiğinden değişmezlik yönünde ortaya aşılamaz muazzam bir bariyer çıkmakta.
Öyle ya da böyle, benim söylemek istediğim – bugünlerde Türkiye’nin en temel sorunlarından biri toplumsal kutuplaşma olduğunu göz önünde bulundurarak – bu “İkili karşıtlıklar” kısır döngüsünden çıkmanın yolunu bulmamızın gereği. Bunun için de temel kıstas “fabrika ayarlarına” dönüş değil “fabrika ayarlarını sorgulama” ve “onların dayandığı ilke ve kavramları çağın gerekleri çerçevesinde yorumlama” olmalıdır. Atatürk dönemindeki reformların tarihsel katkı ve başarılarını yok saymak elbette haksızlık olur; ancak bugünün ve yarının Türkiye’sinin inşası için, nostaljik bir perspektifin ötesine geçen, çağdaş demokratik değerler ve ekonomik gerçekliklerle uyumlu yeni bir toplumsal mutabakata ihtiyaç var. Yapmamız gereken geçmişin hatalarını tekrarlamak değil, o hatalardan ders çıkartmaktır. İsviçreli analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’ın söylemiyle: “Krizler, sarsıntılar, hastalıklar tesadüfen ortaya çıkmaz. Bir gidişatı düzeltmemiz, yeni yönelimler keşfetmemiz, başka bir yaşam yolunu deneyimlememiz için gösterge görevi görürler.”.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Pazar 27 Nisan 2025
YORUMLAR