Bilirsiniz, kimileri yaşamı bir gündüzgece çelişkisi, aydınlık ile karanlığın karşılıklı birbirleriyle mücadelesi olarak görür. Bu didişmede, insanlar bütün iyilikleri bütün olumlulukları gündüzün tarafına yüklemiştir. Öyle ya! Yaşam aydınlıktır, umuttur, berekettir. Gece ise yokluktur, ölümdür, umutsuzluktur.
Bu durumda gündüz ile gecenin dinmeyen savaşımını iyi ile kötünün savaşımı olarak nitelemek de mümkündür.
Türkiye’de bugün yaşanan karanlık ile aydılık arasında savaşımlı bir ara dönem; yeni yollar kullanarak varlığını sürdürmeye çalışan otoriter, baskıcı, ekonomik iflasa uğramış eski “Tek Adam/ Şahsım Devleti” alaturka Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Meclis’in güçlü kalmasını isteyerek anayasanın “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözünü haykıran yeni arasındaki çatışma ve aslında her yönde endişe uyandıran Türkiye bir “Araf”.
Ne yana savrulacağını bilemeyenlerin durağında, tıkış tıkış olgunluk trenini bekliyor millete inananlar da, ümmete yamananlar da. Ancak bekleyiş uzadıkça uzuyor, hangimizin alnı ak, hangimizin vicdanı kara bir türlü netleşmiyor ve geçici konum Araf, hepimiz için kalıcı konuta dönüştü epeydir.
Çünkü eskilerin “kemale ermek” dedikleri olgunluk trenine bir türlü girilemiyor. Ya da binilemiyor. Aslında her gün geçiyor söz konusu tren, ama dolu geliyor, dar geliyor, birkaç kişi ite kaka binebiliyor içine, eriyor kemale (İsviçre merkezli UBS’in yayımladığı rapora göre 2024 yılında dolar milyoneri sayısının en hızlı arttığı ülke Türkiye oldu). Her gün çoğalarak bekleyenler ise hep açıkta kalıyor. O çoğunluk demek olan Türkiye de cennet ile cehennem arasında biteviye kararsız.
Sadece daha iyi günleri görebileceğimiz ihtimali bile artık yok neredeyse. Karanlık gün ortasında, korkunç bir çıkar ağının içinde bizi ağının ortasına çekiyor. Elimizdeki ekmeği alıyor, masamızdaki tuzumuza çöküyor. Midelerimiz boş, güneş altında üşüyoruz ülkece. Sırf daha lüks arabalarda daha lüks koltuklarda basenleri ısınsın, sıcacık kalsın diye alkışlanan, beğenilen, yücelten isimler, içleri boş, içi çiçeksiz birer boş vazo gibi evin en karanlık yerinde duruyor.
Buna rağmen hâlâ güneş var. Fotosentez de olsa bir şekilde hayat yolunu bulacak. Bu kadar haksızlık, hukuksuzluk ve fakirliğe rağmen sürünerek bile olsa hayattayız. Tabii buna yaşamak denirse.
***
Cumhurbaşkanı Başdanışman Oktay Saral, cumhurbaşkanına “Sultanım” diye hitap ederken aslında bir gerçeği ifade ediyor. Sultan’ın ! Dediği oluyor. O söylüyor. Meclis kanun yapıyor. O söylüyor; Anayasa rafa kalkıyor, en üst yargı makamı olarak Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar uygulanmıyor. Ama “Vesayetten arındırılmış yeni, sivil anayasa yapacağız” deniyor. Halkın katılımına açık demokratik bir yöntemle yapılan önseçimde, 15.5 milyon oyla cumhurbaşkanı adayı olarak seçilen başarılı ve karizmatik İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 31 yıl önce aldığı üniversite diploması hukuksuz biçimde iptal ediyor, ardından kendisi ve pek çok çalışma arkadaşı haksız biçimde aylarca, hatta yıllarca içeride/ hapiste tutuluyor. Yurttaşlar olarak hiçbir şey yapamıyoruz, ızdıraptayız.
Eğitimin çağdaş, bilimsel ve laik nitelikleri tamamen yok edildi/ ediliyor (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve VELİ-DER, 2025 eğitim yılını “karınları aç, zihinleri yorgun, umutları esksik” tamamlıyan milyonlarca çocukla geride bıraktığımızı açıkladı. Yoksulluğun artışı ve eğitimin paralılaştırılmasının, eğitimin bilimsel niteliğinin ortadan kaldırılmasının sonucu okul terkleri son 3 yılda bir buçuk milyonun üzerine (1 Milyon 578 bin) çıkmış olduğunu belirtiyor). Tarikatlar, cemaatler eğitim öğretimin paydaşları oldular. Okullar modern medreselere dönüştürüldü. Anayasasında, “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” yazan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni teokratik bir devlete dönüştürmek için eğitim öğretim programları araç olarak kullanılıyor. Yurttaşlar olarak bizler hiçbir şey yapamıyoruz, ızdıraptayız.
Ekonomi çöktü. Sefalet diz boyu, enflasyon almış başını gidiyor, emekli aç, asgari ücretli aç, çalışan aç, çalışmayan zaten aç (millet açlıkla boğuşurken, milletin parasıyla saltanat sürmekte olan Saray’ın yılın ilk beş ayında günlük yaklaşık 39 milyon 725 bin TL harcadığını, sadece 1 günde yaptığı harcama, yaklaşık 2 bin 746 emekli maaşına ve 1.798 asgari ücrete denk geliyor). Ve hâlâ ülkeyi uçurumun eşiğine getiren bu iktidar’ın ülkeyi selamete çıkaracağına inanan, en küçük bir muhasebe yapmayan büyük bir kitle var. Sadece kendilerine değil, bize, hepimize ülkeye kötülük ediyorlar.. Yurttaşlar olarak bizler hiçbir şey yapamıyoruz, ızdıraptayız.
Yarısı dolu bardaktaki su, tadı berbat olduktan sonra ne işe yarar ki? Tadı kötü olan bu suya sahip olduğu için mutluluktan kırılan iyimserlerle içmeyi asla denemeyecek kadar yorgun olan kötümserler arasındaki ince hattın kaybolduğu bir imgedir bu. İki taraf da bardağı, kendilerine dışsal bir şeymiş gibi algılar. Sunulanın kabullenildiği, daha fazlasının arzulanmadığı bir şuursuzluk halidir bu. En nihayetinde bardaktaki “yarı yarıya” hali değiştirilemezdir onlara göre.
Tamam önemli sorunlar var, yolsuzluk, adaletsizlik, adam kayırma, haksız zenginleşme, yoksullaşma, şu bu… pek çok sorun var, ama “Bunlar giderse kim gelecek?”/ Erdoğan’dan doğacak boşluk nasıl dolacak? / Bir “başka Erdoğan” gelebilir mi?/ Aydınlığın, demokrasi’nin kapısı açılabilecek mi ? /Yoksa bizi bir KAOS mu bekliyor? sundukları soruları her şeyi silip süpürüyor.
Bu yaklaşım tarzı, her türlü yanlışlığı içe sindirme gibi bir tavra yol açıyor. Bizleri sabırlı olmaya zorluyor…
***
Sabrın kökeni Arapça, şabr’dan geliyor: Tahammül, katlanmak, başa gelen haksızlığa, zulme ses çıkarmadan beklemek.
Vikipedi daha şık açıklamış: “Sabır, ya da dayanç, zor koşullar altında cesaret ve metanetini yitirmeme duygusudur. Sabırlı insan uzun süreli gecikmelere ve tahriklere rağmen moralini bozmadan yoluna devam eder veya beklemesini sürdürür. ”
Vikisözlük ise ; acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi, dayanç olarak tarif ediyor.
Bu tanımların karşılığı gerçekten sabır mı emin değilim, ‘direnç’e ya da dirayete daha yakın kanaatimce.
Fransız sosyolog ve edebiyatçı Georges Perec, öğrenilmeyen şeyler içinde geçiriyor sabrı: “Öğrenecek çok şeyin var, öğrenilmeyen her şey, yalnızlık, kayıtsızlık, sabır, sessizlik.”
Ve Perec sabırlı olup beklemeyene de çatıyor:
“Sabırlısın ama beklemiyorsun, özgürsün ama seçmiyorsun, müsaitsin ama hiçbir şey seni harekete geçirmiyor. Hiçbir şey istemiyor, hiçbir şey talep etmiyor, hiçbir şeyi dayatmıyorsun. Hiç dinlemeden duyuyor, hiç bakmadan görüyorsun: Tavanlardaki çatlakları, parkenin dilimlerini, gözlerinin çevresindeki kırışıklıkları, ağaçları, suyu, taşları, geçen arabaları. Artık tükenmez olanın içinde yaşıyorsun. Her bir gün ses ve sessizliklerden, ışık ve karanlıklardan, yoğunluklardan, bekleyişlerden, ürpermelerden oluşuyor. Olan tek şey, her seferinde biraz daha yitip gitmen, sonu olmadan başıboş dolaşman: Vazgeçme, bıkkınlık, uyuşukluk, kendini koyveriş? Artık sen dünyanın adsız efendisisin, tarihin üzerinde artık etki yapmadığı kişisin, yağmurun yağdığını artık hissetmeyen, gecenin gelişini artık görmeyen kişisin. Ne bir aşama sırası ne bir tercih. Dingin bir kayıtsızlık seninki.”
Bazı vasıfların vardı ve içlerinden büyütüp hayata yaymak için kayıtsızlığı mı seçtin? diyor. İyi sorgulama.
Fransız felsefeci Etienne de La Boetie’nin “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” (‘De la servitude volantaire’) adlı eserinde, bu konuda ibret verici bir tespit var:
“Yalnızca korkaklar ve tembeller ne kötülüğe sabretmeyi ne de arzulamakla kaldıkları iyiliğe kavuşmayı bilirler. Kendi korkaklıkları, özgürlüğü savunma enerjisini ellerinden almıştır; ellerinde yalnızca özgürlüğe sahip olmanın doğal arzusu kalır.”
***
Uzun bir süredir en büyük kaygım: “Bu günler bitecek, iktidar son demlerini yaşıyor. Boş tencere her hükümeti eninde sonunda devirir”i sürekli duyuyoruz. AKP oyları eriyor diyor anketler. Sokağa mikrofon tutuyorlar, tek gün daha sabrı kalmamış kimsenin. Herkesin sabır taşı çatlak, herkesin bardağı taşmış. Ama işte kurtulma ümidine dair bir coşku dalgası yok, şöyle memleketin her köşesine yayılmış bir “gönderelim, bitsin” heyecanı yok. Her gün köleleşirken hâlâ tüm beklentiyi siyasi muhalefetin sırtına yıkmaya hazır bir toplum. Siyasi muhalefet de “yangın büyüdü, haydi şu su kovaları elden ele, herkes göreve” hissini veremiyor.
Ancak teşhisler tedavinin parçasıdır diye her ihtimali gözden geçirelim.
Öyle görünüyor ki ortada bir sorun var ve bu sorun çözülecektir.
“Zamanı geldi mi” diye soran olursa, somut durum saptamalarına insanın bilinçli eylemi yol verir diyelim ve ekleyelim…
Hollandalı filozof Spinoza‘nin dediği gibi; “Cesaret ruhun özgürlüğüdür”.
Umutsuzluktan umut, baskılardan özgürlük ve bağımsızlık, karanlıklardan aydınlıklar yaratmak elimizdedir. Bu noktada hem geçmişe hem de geleceğe insan ve yurttaş olarak borçlu olduğumuzu da unutmamak gerekir. Bu ülkeyi biz hem atalarımızdan miras hem de çocuklarımızdan ödünç aldık. Bu nedenle “bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamak/yaşatmak için, önümüzdeki zaman dilimi yeni bir başlangıç olsun…
Bu Ülke Bizim, Türkiye Hepimizin.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 20 Haziran 2025
YORUMLAR