Otokrasi, otoriterlikten öte, hiçbir kitleye ya da kurula karşı sorumlu ve hesap verir olmayan yönetim biçimi demek ise, monokrasi böyle bir yönetimin tek adamın şahsında bulunması demektir. Son kertede tek yönetici tarafından temsil edilen mutlak otoriteryanizm anlamındadır. Yasal veya anayasal sınırlamaların yokluğunda/yok sayıldığında egemenliğe ve devlet yetkilerine sahip olmayı içerir, “Şahsım Devleti” rejimi”ne dönüşür. Kanun yapar, istisna koyar, yargının bağımsızlığına yönelik ciddi müdahalelerde bulunulur (Örneğin, Bugün Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yargıyı, muhalefeti kendi siyasal çizgisine göre dizayn etmek amacıyla araçsallaştırması; son aylarda yapttırdığı operasyonlardan önce “turpun büyüğü” ve “ahtapotun kolları” gibi suçlamalarla derdest edip en büyük rakip gördüğünü – Cumhuriyet Halk Partisi’nin cumhurbaşkanı adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu, bir önceki seçmde Cumhurbaşkanı adayı Selahettin Demirtaş’ı, Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ’ı – içeriye/hepse atması), ölüm kalıma karar verir. Yönetim ve tasarruflar keyfidir veya dayatmacıdır. Despotizmin ve diktatörlüğün kibarcasıdır. Mutlak otoritarizm esas itibarile siyasi alana hakimiyet demek iken, totalitarizm sosyal yaşamın tüm alanlarını düzenleme ve denetleme demektir.
Otokratik/monokratik yönetimler sık sık, uyruklarının bütün yaşamını kontrol eden total/totaliter bir yönetime dönüşme potansiyaline sahiptir. Tek kelimeyle demokrasinin tam tersidir. Dolayısıyla, tek-adam yönetimlerinin en yumuşağı bile, parlamenter sistemin eşdeğer bir alternatifi değil, onun antitezidir. Onun içindir ki Amerikan başkanlık sistemini model aldığını iddia eden (Bizdeki gibi, “Cumhurbaşkanlığı hükümet Sisteminde işler çabuklaşacak, sorunlar kökten çözülecek” denildiği, ama bugün kaosa dönüştürülen) bir sürü başkanlıkçı / başkancı sistem kolayca daha da yozlaşarak diktatoryal / monokratik şekiller alabilmiştir.
Ohlokrasi (Yunanca: okhlokratía; Latince: ochlocratia), bilgisi ve yetkinliği olmayan geniş insan kitleleri ya da yığışımları tarafından desteklenen popülist siyasetçilerin devlet yönetiminde mutlak güç elde etmesiyle oluşan bir yönetim şeklidir. Kaynağı olan Yunan ohlokrasiyası: ohlos, “kalabalık” ve kratos, “güç”ten ödünç alınmıştır. Bilinçlenip halk olamamış bir “kalabalık”ın ya da dejenere olup soysuzlaşmış halkın egemenliği ohlokratik bir hükümetle sonuçlanır.
Ohlokrasi genellikle uzun ve geniş bir dönem içinde, kendiliğinden oluşur. Genellikle nüfus artışı gibi durumlar sonunda, bir ülkenin eğitim düzeyinin ve entelektüel bilgi birikiminin geniş kitleleri kapsayacak şekilde düşmesi ya da bu entelektüel birikimin olması gerektiği oranda artmaması sonucunda; halkın popülist söylemlere ve etikdışı yöntemlere sahip yöneticileri devlet yönetimine getirmesi sonucu ortaya çıkar.
Demokraside halk (demos) hükümeti denetler ve yönlendirir. Ohlokraside kalabalık, yığışım (ohlo) hükümetin oyuncağı olur. Esasında, bu tip rejimler ve bu rejimle yönetilmeye meftun olan bu tip toplumlar, işbaşındaki siyasetçiler tarafından demagoji politikalarıyla uyuşturulmakta ve uyutulmaktadır.
Her halükârda, insanların ve toplumların yaşamını belirleyen kararlar ve yetkiler neden tek adamda (tam monokrasi) ya da dışarıya hesap vermeyen bir grup adamda (otokrasi), ya da bilgisi ve yetkinliği olmayan geniş insan kitlelerin desteklediği ile “güç”ten ödünç alan popülist siyasetçilerin (ohlokrasi) devlet yönetiminde merkezileşsin? Kaldı ki tek-adam yükseltildikçe, diğer adamlar küçülür. Bir de şu ezeli soru vardır: Velilere kim velâyet edecek, vasilere kim vesayet edecek? Oysa bunlara lüzum yok, ikilemi halledecek olan demokrasidir.
***
Olaylara sağlıklı bakış bir tarafa, tek adam yönetimindeki bakış bir tarafa… Epey farklı. Sağlıklı bakışta olup biteni kavramaya çalışırsınız. Olup biten sizin dışınızdadır. İşte tek adamın felaketi buradadır. Artık olup biten onun dışında değildir. Olup biteni o yaratmıştır (Ülkemizde, 18 Mart’tan bu yana yaşadıklarımızın örneğinde görüldüğü gibi). Dolayısıyla olup biten odur. Onun şahsiyetidir. Olan iyiyse de o iyidir, kötüyse de o kötüdür…
Bu felaketten çıkış için birkaç yol vardır. Birincisi, kötülüklere bir dış sebep bulmaktır. Tek adam hep doğruyu yapmıştır, ama hainler onu sabote etmiştir. Veya beceriksizler. O yüzden tek adam yönetimlerinde üst yönetim kadroları sık sık azledilir. Tek adam hata yapmayacağına göre hata çevresidir. Bütün tek adam ortamlarında bu geçerlidir: O iyidir ama çevresi kötüdür. Dolayısıyla tek adam artık yönetim takımıyla toplantı yapamaz. Toplantı kelimesinden nefret eder hâle gelir. Tek adamın takım çalışması yapması mümkün değildir. Takım, eşitlerden kurulur. Tek adam eşit gibi davranamaz. Öyle davranırsa da çöküntü olur.
Kendini ayırmak, soyutlamak, çevresindekilerden kopup balon gibi yukarı, daha yukarı kaçmak… Emri hak vaki oluncaya kadar iktidarda kalmak, yolcu değil hancı olmak. Bu tek adamın savunma silahlarından biridir. Diğeri, insanların unutkanlığıdır. Tek adam hata yapmaz. Yaparsa hatanın unutulması lazımdır. Söyledikleri yanlış mı çıktı? Unutacaksınız. Şimdi tersini mi söylüyor? Önceyi unutacaksınız. Bir zamanlar “A” mı dediniz? Şimdi muhalifleriniz “A” diyorsa teröristtirler. “B” mi demiştiniz. Şimdi “B” diyenler haindir.
Alman filozof Hannah Arendt, “Totaliter yönetim, bireyin düşünme ve yargılama yetisini yok ederek onu bir kalabalığın parçası haline getirir” der. Düşünülenlerle davranışlar, birbirinden kopar ve uzaklaşır. Artık tek adamın yakınlarının davranışlarıyla düşündükleri arasında uçurumlar vardır. Bu bir şizofreni, şahsiyet bölünmesi hâlidir. Yakınları öyledir de ya kendisi? Kendi durumu da farksızdır. Onun da söylediği ile düşündüğü ayrışır. Fakat düşündüğünü söyleyemez. Tek adam sıkışmıştır. Gittikçe kıpırdayamaz hâle gelir. Artık hür değildir. Kendinin esiri olmuştur. Başkasının zoruyla girilen esaretten kurtulabilirsiniz. Ama esirci kendi nefsiniz ise çıkış yoktur. Kendi niyet etse bile rejimin adamları izin vermez… Rejimin adamları direnir… Tek adamlık eziyettir. Hem etrafındakilere hem de tek adama eziyettir.
Otokratik yönetimlerin hüküm sürdüğü ülkelere özgü liderin hatadan ve yanlıştan münezzeh olduğu anlayışı sadece ülkeyi batırmaz, bir süre sonra o liderin batışına da zemin hazırlar. Liderin her sözünde keramet, her atarlanmasında asalet, her icraatında mucizat arayan güruh bir süre sonra yolun bittiğini, batağa sürüklendiklerini görür ama bunu dile getiremez. Zira kendi yarattıkları padişahın gazabından korkarlar. Buna mukabil yandaşlarının “Aman Reis sensiz bu ülke yapamaz”/“Dik dur eğilme, bu millet seninle” haykırışlarına kendini fena halde kaptıran lider de yaptığı yanlıştan geri dönmek istese de dönemez. Karizmasının zedeleneceğini düşünerek yanlışta inat eder.
***
İnsanın en güçlü tutkusu, ‘hayatta kalma’ isteğidir herhâlde. Sadece hayatta kalmak değil, daha uzun ve daha iyi yaşamak da… Hayatta kalanın ölen karşısındaki ilk duygusu büyük bir acıdır, lâkin sonra içindeki ‘ben’ kabarır, ölene göre güçlü ve üstün olduğunu hisseder, yaşadığına sevinir. Çünkü o ayakta kalmış, ölen yıkılmıştır. O hâlde hayatta kalmak bir güç işaretidir. Bu tutku, kendini en bariz biçimde savaşlarda gösterir. Öldürmek, hayatta kalma arzusunun sonucudur; aynı zamanda gücün delili. Öldüren, bir bakıma gücün ve yenilmezliğin tadını alır, her öldürüş onu ‘kahraman’ kılar, her ölü göğsünde bir madalya! Yalnız kahraman değil, toplumda itibarı ve gücü de artmıştır. Hatta kimi inanışlarda öldürdüğü kişilerin gücünün ya da ruhunun ona geçtiğine inanılır.
Kısaca kahraman, öldürdüğünce güçlenir… Bulgar roman ve oyun yazarı, 1981 yılında Nobel Edebiyat ödülü’nün sahibi Elias Canetti’nin “Sözcüklerin Bilinci” (Fr. : “La Conscience des mots”) adlı kitabında dediği üzere, bu, artık, sadece hayatta kalma hakkı olmaktan çıkmış, güç hırsına ve zafer hazzına dönüşmüştür. Galip gelerek hayatta kalmanın tadını alan kişi, artık gücün ve zaferin hazzına kapılır. Canetti’nin deyişiyle; “Hayatta kalmaktan aldığı zevk, gücünün çoğalışı oranında artar; gücü tutkusuna boyun eğmesini olanaklı kılar”.
Bu haz ve hırs, sonra öyle büyür ki, komutan ayakta kalabilmek ve tek adamliğını sürdürebilmek için buyruğundakileri/yandaşlarını dahi savaşçı kitlelere dönüştürür (Baksanıza; İktidara yakınlığı ile bilinen Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi, köşesinde İmamoğlu’nun attığı adımların, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in stratejilerine olan benzerliklerini yazabiliyor). Başkalarının ölümü, onun hayatta kalması içindir. Afrika’daki kimi topluluklarda bu iktidar ve tek adam olma tutkusu, kralların kendi çevresini dahi tehdit olarak algılayıp erkek çocuk sahibi olmayı yasaklamasına kadar varmıştır. Canetti’nin deyişiyle bu tam anlamıyla bir körleşme ve yalnızlaşmadır…
Toplumlar (Nazi Almanyası’nda, Faşist İtalya’da, Franco diktatörlüğü İspanya’da, Pinoche diktatörlüğü Șili’de vs.), insanlar bunlarla ogünlerin çöküşüne tanık oldu.
Modern çağın diktatörleri Hitler, Mussolini, Franco, Çavuşesku, Saddam, Kaddafi ve Esad gibi isimlerin başına gelenler ve bu isimlerin ülkelerine yaşattığı felaketler herkese ders olmalıdır.
Toplumlar, insanlar bunlarla bugünkü çilenin altında eziliyor.
Peki çözum ?
Çözüm özünde, yani insanda.
Odağına insan koyan çözümlerin arayışında üzerimize düşenleri yerine getirmeliyiz.
Zira, demokrasinin özünde insan var.
O zaman çözüm de insandır.
İrlandalı Nobel Edebiyat Ödüllü oyun yazarı George Bernard Shaw’in sözlerini hatırlıyalım : “Kendinizi temiz ve berrak tutarsanız iyi ederseniz ; çünkü arkasına geçip dünyayı görmeniz gereken pencere sizsiniz.”
***
Türk demokrasisini korumak diktatörlüğe savruluşu durdurmak için her birimizin Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel ve Mansur Yavaş gibi kişilere omuz vermemiz ve kenetlenmemiz gerekmektedir. Aydınlık bir gelecek düşü kurarak yaşayanlar için umutsuzluğa yer yoktur. İnsanlık, mutlaka “aydınlık bir pencere” bularak ülkenin yanlış gidişine dur diyecek güce sahip olduğunu kanıtlamak zorundadır ve kanıtlayacaktır. Gerçeküstücülük akımının kurucularından ve 20. yüzyılın önde gelen Fransız lirik şairlerinden Paul Eluard’ın ünlü (‘La nuit n’est jamais compléte.’, “Aydınlık”, Çev. A. Kadir.) dizesi şöyle :
“Hiçbir vakit tam karanlık değil gece,/ kendimde denemişim ben,/ kulak ver, dinle./ Her acının sonunda açık bir pencere vardır,/ aydınlık bir pencere./ Hayal edilecek bir şey vardır,/ yerine getirilecek bir istek,/ doyurulacak açlık,/ cömert bir yürek,/ uzanmış açık bir el,/ canlı canlı bakan gözler vardır./ Bir hayat vardır hayat,/ bölüşülmeye hazır.”
Emin olun bu gidişatı durdurmak sadece Türkiye’ye ve Türk Milletine değil başta Recep Bey olmak üzere onunla birlikte hareket edenlere de yapılacak en büyük iyiliktir.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 13 Haziran 2025
YORUMLAR