Pek çoğumuzun ülkeye dair daha fazla düşünmeye ihtiyacı duyduğumuz günlerden geçiyoruz.
Dışarıdan, uzaktan anavatana baktığımızda ne yazık ki, artık kavgadan, didişmeden ve dahası baskıdan, susturmadan yorgun düşmüş; yalnızca mutsuz değil, zihinsel olarak dağılmış, duygusal olarak taşkın, ruhsal olarak paramparça bir ülkeye dönüşmüş durumda. Sokakta bir bakış, sosyal medyada bir yorum, trafikte bıçaklı ‘Yol verme’ kavgası eden insanlar, bastırılmış bir öfkenin, derinleşmiş bir yorgunluğun taşıyıcısı. Bu tablo bireysel bozukluk değil, bir toplumun kolektif bilincinde çatırdayan fay hatlarının görüntüsü.
Türkiye’nin içine çekildiği bu ruhsal çöküş, psikolojinin temel kavramlarıyla okunduğunda gerçek anlamını buluyor. Çünkü yaşadığımız şey sadece politik ya da ekonomik bir kriz değil, ruhun anatomisini bozan, zihinle bedenin bağını koparan, giderek insanlıktan ve hakkaniyetten uzaklaştığımız zamanları işaret ediyor. Burada hakkaniyet, liyakat, insaniyet, adalet, vicdan gibi kavramlardan ziyade sizin hangi tarafa ait olduğunuzu gösteren semboller, sözler, ifadeler ön plana çıkmaya başlıyor.
Şimdi sadece hiçkimsenin geçmişte ne yaptığını, nereden geldiğini hatırlamadığı; ülkenin yürütmesini, yasamasını ve yargısını kendisine bağlamış olan bir Cumhurbaşkanı’nın rakiplerine yönelik “turpun büyüyü heybede”, “ahtapotun kolları” gibi ifadelerin geçtiği tehdit içeren üslup; kendisine Cumhurbaşkanı adayı çizgide rakip gördüğü Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi, sonra tutuklanması ve tüm mal varlığına el konulması, FETÖ’vari yöntemle “Gizli tanıkların” verdiği gerçekdışı bilgilere dayanarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik yapılan dalga dalga tutuklamalar, suçlamalar, zulüm ve göz korkutma kalıplarıyla karanlık günler yaşayacağımızı en üst düzeyde konuşan yeni bir ülke, post-hakikat ülke, yeni bir dünya var. Post-gerçeklik, gerçek ötesi gelecek geldi, tam şurada bomboş duruyor.
***
Vasatlığın doruklarında gezinenlerin makam, mevki sahibi olmaları buna karşılık gerçekten içeriği dolmayan hayatlar yaşamaları sayesinde film belki de hiç beklenilmeyen bir yerde kopuveriyor. Gerçek ötesi zamanlar, araya parça filmlerin atıldığı dönemler gibi sahici olmayan ve hakiki duygular içermeyen an’ları simgeliyor.
Söz konusu bu kısa an’ları yaşamamıza yol açanlar ise söz konusu o mevki, makam sahiplerinin var olan durumun ötesinden sakil şekilde hayatlarımıza yansıyan konuşmaları, ifadeleri, bakışları, duruşları oluyor. Fakat hayatın kendi gerçekliği içerisinde gerçek ötesini yaşamayı dayatmaya çalışanlar öyle ya da böyle bir şekilde kendilerini ele veriyorlar. Hayat, bütün blöflere rest çekiyor ve sıradanlığı, vasatlığı bir biçimde kendi kabuğuna geri gönderiyor.
Örneğin; Cumhurbaşkanı Erdoğan Budapeşte dönüşünde uçakta bulunanlara; “Benim tekrar seçilme veya tekrar aday olma gibi bir derdim yok’ dedi. Ancak umut doğmadan öldü. Doğarken boğuldu. Sözde bile olsa “Demokrat Cumhurbaşkanı olabilmesi” bir tek gün bile sürmedi. Yakın çevresi ayağa kalktı; “Aman Reis sensiz bu ülke yapamaz” feryadı başladı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Erdoğan’ın ‘adaylık’ açıklamasıyla ilgili olarak; ”Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milletinin, yeni yüzyılın haritasını çizen Sayın Recep Tayyıp Erdoğan’a çok ihtiyacı var. Bu, tartışmasız bir tarih ve hayat gerçeğidir. Derdi vatan ve millet olan bir Cumhurbaşkanının yolundan caymaya hakkı yoktur. Sayın Erdoğan’ın fırlattığı ok menziline ulaşmalıdır. Bunun için zat-ı devletlerinin varlığı (Türk Milleti için) olmazsa olmaz değer ve önemlidir” açıklamasını yaptı.
Kanaatimce problem şu: Bizde aşağıdan yukarıya denetleme geleneği oluşmuş değil. Menfaatçı İslamî itaat kültürünün hâkim olduğu bir topluma gelindi. Günümüzde de cemaatler dünyasında “ulul emre itaat” ayeti iktidara sadakat için kullanılıyor. Oysa ki, birkaç hoca, birkaç alim, birkaç şeyh iyilik yapma inanciyla çıkıp, “Şunlar şunlar yanlış gidiyor” diyebilseydi, muhafazakar camia adına, İslam’ın tüm görünülürlüğü, ruhunu şeytana satmış siyasi alandaki bir kısmı çarpık, bir kısmı adeletle ve insan hakları ile problemli manzaralardan ibaret olmazdı.
***
İyilikten evvel niyet gelir, ‘iyi niyet’. İyi niyetin hakikatinde, “iyiliğe” inanca duyulan sadakat saklıysa eğer, önce onu korumak için mücadele etmeliyiz. Bu öncelik önyargılarımızı değiştirmez belki ama bu mutlak olmayan adalet, vicdan bilincini uyandırır. Günahları, suçları, hataları ‘iyilikle’ yıkama, düzeltme arzusudur iyi niyet. İnsan, şeytanın peşine takılıp giderken bile hakikati arama ve onunla samimiyetle yüzleşme çabası içindeyse eğer, ruhunun öteki parçasında uyuyan kötülüğü de yenebilir. Kendi menfaatı düşünen koyu bencilliğin, güç köleliğinin zıttı olan iyi niyet, insanı kendi benliğinin zehirli kısmından da arındırır kimi zaman. Hakikat sırrının önünde eğilebilme cesaretini ve alçak gönüllülüğü gösterir.
İnsanlık ve edebiyat tarihinde bu mücadeleyi anlatan eserler çoktur ama sanırım en çok iz bırakanı hâlâ Alman edebiyatının en önde gelen Goethe’nin meşhur Faust’udur.
Kadim hikâyelerden esinlenen, şeytanla bahse giren insan teması daha önceki yüzyıllarda da pek çok öyküye ve oyuna konu olmuş. Alman ozanın on sekiz yaşında yazmaya başlayıp seksen üç yaşında ölümünden kısa bir süre evvel bitirebildiği oyun aslında en temel insanlık meselesidir kuşkusuz.
Oyunun baş kahramanı Faust, felsefeyi, tıbbı, tabiatı ve teolojiyi araştırmış yeryüzünün sırlarını tüketmek için çözmüştür. Bir bilim adamı olarak ihtiyacını duyduğu keşiflerden mahrum kaldığını ve hayatını istediği gibi yaşamadığını kavrar. Bu çelişkiyle kıvranırken, eğer Mefisto kendisini bu huzursuzluktan kurtarabilirse eğer ruhunu şeytana satacağını söyler. Şeytan da Faust’u hayata bağlayacağına ve hazlarda manayı bulacağına dair ona söz verir. Ve onu gençleştirerek dünyayı kendi bakışlarıyla gösterir.
Basit gibi görünen bu tema, iyilikle kötülük arasında bir sarkaç gibi salınırken mütemadiyen acı çeken ruh halini resmeder.
Son iki-üç ay içinde bulunduğumuz siyasi kavganın ‘yapay cehennemde’ nefes almaya çalışırken Anayurdumda geçen yıl geçirdiğim tatil sürecinde bir dostumun hediye ettiği eski bir çeviriyle Faust’u tekrar okumak yaralanan ruhuma iyi geldi. Okurken, 23 yıllık bir hükümdarlıktan sonra sahip olduklarıyla tatmin olmayan iktidar sahibinin güç, başarı, yaratıcılık, inanç, her ne istiyorsa hepsinin daha fazlası için ruhunu şeytana satan Faust mitinde insanlığın zaaflarını bu defa daha sarih bir bakışla gördüm. Mesela diyorlar ya, ‘Sayın Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olmasaydı bunlar olmayacaktı’. Elbette olmayacaktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Yeniden seçilme gibi bir derdim yok” dese de Ekrem İmamoğlu’nu hapse koymasının; Azerbaycan dönüşünde MHP liderinin ‘adaylık’ için açıklamsına “Sayın Bahçeli’nin şahsıma yönelik sözleri için teşekkür ediyorum. Gerçekten büyük memnuniyet duydum, onore oldum” demesi, Bahçeli’nin çağrısına yanıt olarak “Bugün de yarın da yine milletimize kulak vereceğiz” söyleminin bir yanında adaylığın bir kere daha önünün açılması hesabı bulunduğu kuşkusu ortadan kalkmıyor.
Metinde, Faust Mesfisto’yla anlaşmaya çalışırken ona dizginlenemez arzularından ve çaresizliğinden bahseder:
“Ben kendimi girdaplara, en ıstıraplı kamlara, aşk hınçlarına, ferahlatıcı inkisarlara terk ediyorum. Bilgi hastalığından kurtulan kalbim, gelecek hiçbir ıstıraba karşı kapalı olmayacaktır. Ve bütün insanlığa mukadder olan şeyleri kendi içimde tatmak istiyorum. Ruhumla en yükseği ve en derini kavramak, onun saadetlerini ve acılarını bağrımda toplamak böylece kendi benliğimi onun benliği üzerine yaymak ve tıpkı onun gibi sonunda da uçuruma yuvarlanmak istiyorum”.
İnsan olmak böyledir. Doğuştan kendisine bahşedilen özelliklerle yetinmez. Kendini ve dünyayı daha çok tanıma, daha güçlü olma, duygu katmanlarında yoğunlaşarak en derinlere dalma arzusuyla hakikatten uzaklaşabilir. Sahip olduğu erdemleri bazen öldürmek ister. Hata yapmakta ısrar eder. Kötülüğü hoş görerek suç işler. İyiliği reddederek kendinden iyice uzaklaşır. Hazzı kışkırtan arzularıyla iradesi çelişir. Sahip olma dürtüsüyle dokunduğu her şeyi kirletir. Niccolò Machiavelli’nin “Hükümdar” eserinde dile getirdiği “sevilen yönetici olmaktansa korkulan yönetici olmak yeğdir” anlayışını benimseyip, veren sevgiden uzaklaştırır. Korktuğunda öfkeyle hayatı bir ucundan yakar.
Mefisto Faust’un dileğine şöyle cevap veriyordu:
“İnan bana, ben ki binlerce yıldır bu sert lokmayı ağzımda çiğniyorum. Hiçbir insan bu eskimiş hamuru, beşikten mezara kadar hazmedememiştir. Bizlerden biri sıfatıyla bana inan: bu bütün ancak Tanrı için yapılmıştır. Bizi ebedi zulmet içine atmıştır ve ancak size gece ile gündüz nasip olmuştur”.
***
İnsan mütemadiyen karanlığın, kötülüğün içinde yaşayamaz, tıpkı saf bir iyilikten müteşekkil olamayacağı gibi. Kant acı bir ironiyle “insan kötülük olsun diye kötülük yapmaz, kendi zevki için yapar ki bu ‘iyiliktir’” diyor. Kendi zevki için kötülük yapan benliğin loş kısımlarında gizlenen, o şeytani arzulardır. Ötekinin varlığını, arzusunu, özgürlüğünü, düşüncesini, bedenini reddetmek, kendi ‘iyiliği’ için kötülük yapmak ruhu çürütür.
Netice itibarıyla Faust’un “Peki o zaman ben neyim?” sorusuna şeytanın cevabı açıktır: “Sen eninde sonunda ne isen o’sun”. Hepimiz öyleyiz ama ömür denen şu dikenli, garip sınavda, hepimizin iyi olabilmek adına bir umudu vardır. Bunu hatırlayalım ve kaybetmeyelim.
Cansever’in dediği gibi “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 30 Mayıs 2025
YORUMLAR