Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

TOPLUMDAKİ KORKU VE MUTSUZLUK SALGINI

“Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.”

Ahmet Hamdi Tanpınar.

 

Yurtdışında yaşayanların bedenleri oralarda olsa da kalpleri her zaman Anavatan’nın topraklarında, büyüklü küçüklü kentlerinde olan bitenleri düşünerek atar.

 

Ünlü şairlerimizden Birhan Keskin’in bir dizesi var: “İçimi açtım sana/ içimi açasın diye…” Yazı başına her oturuşum bir anlamda içimi dökmeye dönüşüyor. Aylardır her yazımın zemininde yahut tonunda “Türkiye toplumsal kutuplaşmadan, zıtlaşmadan, korkudan, kötü günlerden geçiyor” melodisi eski bir plağın mecalsiz sesi gibi tekrar edip duruyor.

 

Yazı yolunda yürüse de yürümese de arkada o lanet cızırtı kesilmiyor. “Dönülmez akşamların ufkundayız”. Doğruları ve gerçekleri bıkmadan usanmadan savunmak, haykırmak, yazmak zorundayız.

 

Yanlış değil mamafih… Türkiye hakikaten gittikçe kötü günlerden geçiyor. Kutuplaşma, toplumsal gerilim, empati eksikliği olduğu aşikardır. Yüzler gergin, sesler boğuk, eller soğuk, gönüller donuk! Diyor ya Türk edebiyatındaki ilk siyasetnameyi yazan Yusuf Has Hacib (1017-1077): “Yaşam zorlaştı, endişe çoğaldı; hırs ve tamah arttı, sevinç azaldı.” Kaldı ki yaşadığımız son birkaç aydır – 18 Mart’tan bu yana – başta Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olacağını açıklayan İstanbul Büyükşehir Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere pek çok CHP’li ilçe başkanlarına yönelik “dalgalarla gelen soruşturma ve tutuklanmalar”dan değil, sadece ekonomi kötü olduğu için de değil. Yıllardır ve neredeyse her meselede kötüye gidiyor. Son haftalarda ‘yargı’ abluksı büyüyor ! Ak Parti iktidarı ellerindeki devlet gücüyle CHP’li belediyeleri ne pahasına olursa olsun tasfiye etmeye kararlı. Aralarında düşmanlık keskin bıçak… Kim eline alırsa sallıyor. Neresine gelirse artık. Bir tatsızlık iklimi, keyfsizlik, mutlusuzluk, tedirginlik vesaire. Gücü kullanıp bölende, kutuplaştıranda, zıtlaştıranda, zulüm/eziyet edende, kötülüğü koruyup büyüten de mutsuz, onun yandaşı da mutsuz ve tabi mağdur olan da… Covid salgından misal olsun, ülkemizde, mutlusuzluk ta, korku da bulaşıcı.

 

“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin değerini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için” diyen Shakespeare’in bir öyküsü bugünü de anlatır:

 

“Korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde, köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, avcıdan korkmaya başlar. Büyücü bakar ki ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye olanak yok. Onu eski haline döndürür ve ‘Sen korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem’ der.”

 

Küçücük bir serzeniş yüzünden bile tüm hayatının karartılabileceğini sezen insanların gerçek duygularını, şikâyetlerini, eleştirilerini sansürsüzce telaffuz edemiyor.

 

***

Alman Filozof Arthur Schopenhauer, dilimize “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adıyla çevrilen eserinde, insanın neden eleştiremediği, otoriteye neden boyun eğdiği ve fikirlerini beyandan niçin kaçındığına dair şu cümlelere yer verir:

 

“Cehalet ancak zenginlikle bir arada bulunduğu zaman soysuzlaştırıcıdır. Sefalet ve ihtiyaç, yoksul insanı sınırlar; onun işi yahut uğraşı bilgisinin yerini alır ve düşüncelerini işgal eder.”

 

Beni bu satırlarda, cehaletin zenginlik ya da makam-mevki ile buluşarak soysuzlaştırdığı insanlar değil, sefalet ve     yoksulluğun mûti, çaresiz, suskun, mahkûm ve mecbur kıldığı insanlar ilgilendiriyor. Gerçekten de öyledir; insanı susturan, korkutan, itaate zorlayan ve düşünmekten uzaklaştıran başlıca etkenlerden biri, sefalet ve ihtiyaçtır… Yoksulluk, sadece ihtiyaçlarının ve maişetinin peşinde koşan, düşünmek ve eleştirmekten uzak duran “uslu ve uysal bende”lere dönüştürür insanı!..

 

Schopenhauer’in yukardaki cümleleri, bana Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” eserindeki zavallı Hayri İrdal’ını hatırlattı!.. Çünkü o da “ihtiyaç ve mahrumiyet”lerin bağladığı, mûti, suskun, mahkûm ve mecbur bir insandı. Bazı yönleriyle Anadolu’daki Müslüman halka benzer. Onlar gibi, Şark’ın insanı uyuşturan rüya âleminde, meselâ mahalle kahvesinde, “esâfil-i Şark”ın, “şişçiler”in arasında ya da Seyit Lütfullah’ın hurafeler mektebinde, dünyadaki ilerlemelerden bihaber, işsiz-güçsüz, avare dolaşıp durur…

 

Ama sonra, tanıştığı devletlü Halit Ayarcı’nın sihirli eli, fakir İrdal’ın omuzlarına dokunup, bakışı da gözlerine değince ve kendisine münasip bir “makam” bahşedilince, sefaletten kurtulur kahramanımız. Başlarda Ayarcı’ya bazı konularda safça itiraz edecek olursa da, daha sonra “uslu ve uysal bir bende”ye dönüşür; yalana ayak uydurur… Çünkü devlet, Yahya Kemal’in de tespit ettiği üzere “uslu ve uysal bende”ler ister… Bunu, zamanla kavramıştır İrdal. Ve sonunda o itirazsızlığın, yutkunmaların ve boyun eğişin arkasındaki gerçeği itiraf eder. Kendi kendine der ki:

 

“Halit Ayarcı’yı tanımadan evvel hayatın ne idi? Şimdi nesin? Düşün Edirnekapı’daki evi, her gün kapını yoklayan yahut yolunu kesen alacaklıları, bir dilim ekmeğin peşindeki çırpınışlarını (…) Sonra bugünkü rahat ve saadetini düşün.”

 

Evet, maalesef Schopenhauer’in söyledikleri doğru! Mahrumiyet, insanı –tıpkı İrdal gibi- bir “yalan”a, güce tâbi kılıyor.

 

***

Bağnaz lığın ürünü olan totaliter korku düzenlerinde tek güç, her şeyi bilen, her şeye karar veren liderdir. Sürekli düşman yaratılır, korku artırılır. Korkarak yaşayan insan mutsuzlukla, kaygıyla dolar. Toplum, düşünmeyen bir yığına dönüşür. “Ya başıma bir şey gelirse!” kuşkusuyla dolan insanlar sormaya, öğrenmeye korkar, birbirine “Kendine dikkat et!” der.

 

Bugün de toplumun büyük bölümü mutsuz, umudu, gülmeyi kaybetmiş, yılgınlık, tedirgin, korku ve endişeyle dolu. İnsanlar, düşündüklerini söylemekten hatta düşünmekten korkar durumda. Sokakta yürüyen herkesin içinde ‘Ya başıma bir şey gelirse’ korkusu var. O yüzden kimse sesini yükseltmiyor. Herkes her şeyi görüyor ama görmemiş gibi yapıyor. Konuşmak cesaretten öte bir risk. Sessizlik bir tercih değil, hayatta kalma stratejisi. Olan biteni öğrenilmiş bir çaresizlikle seyreden ve sıranın bundan sonra kimde olduğuna dair bahis oynamaya geçen insanlar…  Bir yanda turpun büyüğü, ahtapotun kolları, emri hak vaki oluncaya kadar iktidarda kalmak, yolcu değil hancı olmak; diğer yanda hakikati söylemekten kaçınmak, çekinmek, korkmak devrini yaşıyoruz.

 

Evet, galiba hepimiz, bir parça Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” eserindeki kahramanı Hayri İrdal’ız; ihtiyaçlarla terbiye edilmiş, uslu ve uysal “Şehirli Türk Müslümanı” veya “Kasabalı muhafazakâr Müslüman” … “Hadım edilmiş bir idrak”le ve Ayarcı’ların bahşettiği, tarafların da gizli bir memnuniyetle onayladığı “izinli hürriyet” dahilinde –İrdal’ın yaptığı gibi- biz de edebiyatımızda bir yalanı büyütüp duruyoruz!..

 

Haliyle ne kimse kimseye inanıyor ne kimse kimseye güveniyor. Her yalan kendisinden daha büyük bir yalancıyı doğuruyor. Sahip olduğumuz jeopolitik avantajları kullanamıyor; kolay yolu, yani barışı, dostluğu, çağdaşlığı geliştirmiyor; kavga, korku ve mantıksızlıkla geleceğimizi bulanıklaştırıyoruz.

 

Ancak unutmıyalım ; konuşulması gereken zamanda susturan korku, bir toplum için en büyük hastalıktır. Tarif edilemez bir acizliktir. Konuşması gerekenlerin susması, susarak vicdanına ve kalbine bakamadan hayatına devam etmesi bir ülkenin en büyük yenilgisidir. Ortak iyinin, birlikte ortak duygulara sahip olma zenginliğinin ve herkesin tek tek bütün toplumun faydasına saygı gösterme kuralının çöküşü demektir.

 

Türk toplumu bu yıkılışı felaketi çöküşü yaşamayı haketmiyor. Hele hele geçen haftaki son operasyonda gözaltına alınan CHP’li belediye başkanlarını Nazi toplama kamplarını çağrıştırır şekilde mahkemeye çıkarılırken kollarından polis tarafından tutularak tek sıra dizdirilmesine ve o şekilde medyaya (polis kameralarıyla) görüntü verilmesi Türkiye’ye hiç yakışmıyor (Binlerce kilometre uzaktan TV ekranlarında bu görüntüleri izlediğimde inanan kanım dondu).

 

Bu görüntülerin servis edilmesi CHP’ye karşı korkunç bir kin ve intikam duygularının sardığını göstermekte. Biz nasıl olur da kaybederiz, düşüncesi, uzun yıllar iktidarda olmanın damarlara şırınga ettiği güç zehrinin sonucudur.

 

Türkiye’yi bacağından tutup aşağıya çekmeye kimsenin hakkı yok. Siyasi operasyonlar ve propaganda girişimleri, Türkiye’nin barış, demokrasi ve hukuk arayışına da ciddi biçimde gölge düşürmektedir. Milletin seçtiklerinin, millete bunları yaşatmaya hakkı yoktur. Milli iradenin seçtiği belediye başkanları, kurbanlık koyunların mezbahaya götürüldüğü gibi adliyeye sevk edilmez. Masumiyet karinesi gereği suçluluğu ispat edilmedikçe, suçlu diye propaganda edilmez. Ve mümkünse, kesin bir delil olmadan tutuklanmaz. Dava edilir, mahkeme de yargılanır ama rencide edilmez.

 

Özetle; tehlikeli bir gerilimin içindeyiz. Tansiyon düşmüyor, yükseliyor. İktidar blokunda tedirgin çıkışlara da tanık olunuyor. Toplum adeta bir travma yaşıyor KORKU içinde, kendi geleceğini sorgulamadığı gibi, kendisini yönetenleri de sorgulama cesareti yok KORKUYOR. Memleketi yönentenler veya yönetmeye aday olanlar bu gerçeği çok iyi görmeleri gerekiyor. Türkiye şu sıralar çok önemli bir sınavdan geçiyor, ve bu yıkıma sebap olanların anlamsız kısır tartışmaları değil, daha duyarlı paylaşımların içinde olmaları gerçeğinden yola çıkarak tehlikeyi görmelerini bekliyorum. Bu uygulamalardan derhal vazgeçilmeli ve siyaset üzerindeki yargı baskısı sona erdirilmelidir. Atatürk’ün akıl ve bilim gerçeğinden ayrılmamak selametin huzurun aydınlığın tek gerçeğin adıdır. İnancim odur ki, cumhuriyete inanan bir toplum böyle bir çöküşe asla izin vermeyecektir..

 

Bu bayram günü böyle bir yazı yazmak zorunda kalmak bile geldiğimiz yüksek tansiyon halinin tipik sonucu… Ülke olarak bayramları bayram gibi yaşayacağımız günler dileğiyle tüm okurlarımın ve İslam aleminin Kurban Bayramını en derin dugularımla kutluyorum.

 

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

Bordeaux, Cuma 6 Haziran 2025

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER