“Güç kaybı şiddete çıkarılmış bir davetiyedir. İktidarın ellerinden kaymakta olduğunu hissedenler, kaybettiklerinin yerine şiddeti koymanın cazibesine direnmekte zorlanmışlardır.” (Hannah Arendt)
İktidarlar için soyut düşman oldukça kullanışlıdır; hem geniş bir manevra alanı hem de hukukun üstüne çıkabilmeyi sağlar. Somutlaşmadığı için tarifi de değişkendir. Hatta en avantajlı yönü de budur; amorf, şekilsiz bir düşmanı dilediğiniz şekle sokar, istediğiniz alana çeker ve hak ettiği üzere (!) cezalandırabilirsiniz, zira neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bu şekilde kendiniz belirleme yetkisine sahip olursunuz. Böylelikle otoriteyi temsil ettiğiniz müddetçe, mücadelenin hem alanını hem de kurallarını belirleme imkânına sahip olursunuz. Siyaset yapma biçimi hukuk ve teamüllerin dışındaysa o zaman sebepten sonuca gitmez, sonuçtan yola çıkılır ve o sonucu oluşturacak sebepler oluşturulur. Kısaca, otorite hangi sonucu elde etmeyi kendine hedef olarak belirlediyse, onun için gerekli şartlar oluşturulur, olgunlaştırılır.
İşte soyut düşman, bu şartları olgunlaştırma sürecinin en temel unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Demokrasi ve hukukun egemen olduğu bir yerde iktidarda kalma şansınız kalmadıysa ve siz iktidarda kalmaya kararlıysanız kendinizi otoriter bir alana taşımak zorundasınızdır. Otoriterliğin meşrulaşması için toplumda bir tehlike ile karşı karşıya olunduğu algısının yerleşmesi ve bunun akabinde insanların birtakım hak ve özgürlüklerinden vazgeçmesi ile mümkün olur.
“Güvenlik mi, özgürlük mü?” ikilemini, toplumda “olmak, ya da olmamak” boyutuna taşıdığınız andan itibaren, otorite olarak hak ve özgürlükleri gasp etmek kolaylaşır. Evet, mutlak bir otorite için, toplumun kendini güvende hissetmemesini sağlamanız gerekir ve bunun içinse ihtiyacınız olan şey, güçlü bir düşmandır. Düşmanın gerçekte var olması ya da güçlü olup olmaması da önemli değildir zira korku gerçekte var olan üzerinden değil, algı üzerinden oluşur. Algı içinse kamu otoritesi ve yönlendirilen, mümkünse doğrudan kontrol edilen bir medya gerekir. Tüm bunlar hazır olduğunda ise filmin sonuna, asıl senaryonunsa başına gelinir; mutlak, sorgulanamaz bir otorite.
***
16 Nisan 2017 tarihinde yapılan anayasa değişikliğiyle uygulamaya konulan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile senaryonun başına gelinmiştir. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu düzenleyen hükmü tamamen anlamsız hale getirmiştir. Tüm anayasal organların tek kişinin şahsında birleştiği, nevi şahsına münhasır, mutlak, sorgulanmaz bir otarite, bir şahıs devleti rejimi inşa etmiştir.
Son bir aydır yaşadığımız tüm siyasal, hukuki, ekonomik, toplumsal sorunların nedeni ve kaynağı, kurumsal aklı ve birikimi, bilimsel düşünceyi, liyakat, ehliyet ve çoğulcu demokratik yönetim anlayışını dışlayan otoriter şahıs devleti uygulamalarıdır. Her alanda karar verme yetkisi, tek adam iradesine terk edilmiştir.
Mutlak otorite şahıs devleti rejimi, çağdaş, demokratik, hukuk devletinde görülmeyecek biçimde, meşruiyetinin kaynağını milli irade olarak açıklamasına rağmen, milli iradeyi ve burada somutlaşan milleti yalnızca kendisine oy veren çoğunluk olarak tanımlamaktadır. Milli iradenin yanılmayacağı şeklindeki felsefi kabulden hareketle, milli iradenin seçtiği kişinin de yanılmayacağı tezini, herkesin kabul etmesi gereken mutlak bir doğru olarak görmektedir.
Milli iradenin doğrudan şahsında vücut bulduğunu, kendisinin yanılmaz şekilde milli iradeyi temsil ettiğini belirten şahıs iktidarının bütün eylem, söylem, uygulama ve hatta düşünceleri, milli iradenin ta kendisi kabul edilmektedir. Dolayısıyla yanılmaz, şaşmaz, mutlak doğru kabul edilmesi gereken bu iradeye toplumdaki herkesin biat etmesi, sadakat göstermesi beklenmektedir.
Biat etmeyen tüm kurum, kuruluş ve toplumsal kesimler, milli iradeye aykırı hareket eden hain, düşman, darbeci, kökü dışarıda, dış güçlerin uşağı gibi türlü sıfatlarla aşağılanıp, “Demek sen, terörü övüyorsun, kışkırtıyorsun” ya da “Cumhurbaşkanına sövüyorsun” gibi suçlarla itibarsızlaştırılıp gerekirse bağımlı kılınmış yargı eliyle tasfiye edildi. İnsan hakları ihlalleri had safhaya ulaştı, kamu görevlilerinin hak ihlali fiilleri, idraksiz yığınların linç ve şiddet eylemleri cezasızlık kültürüne dönüştü. Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Can Atalay, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ hukuk garabeti ithamlarla mahkum edildiler. Ekrem İmamoğlu ve belediye bürokrasisi ceza yargısının bir kısmının eliyle suç ve delil icat edilerek mağdur edildiler.
Giderek genişleyen bu baskı iklimi, Türkiye’yi devasa bir hapishaneye dönüştürmüş durumda. Bu ceza kolonisinde kimileri dört duvar arasında mahkûmlar, kimileri ise dışarıda ama benzer bir tazyik altında yaşıyor. Cezaevinde olmayanların kendini özgür sanması büyük bir yanılgı. Çünkü düşünmeyen, ilgilenmeyen, sessiz kalan bile bu düzenin öğütücü çarklarının hedefinde. Sessiz kaldıkça, çarklar daha da hızlanıyor.
***
Evet canım kardeşim, “7 yılını tamamlıyan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile yaşadığımız süreç, devlet organlarını, kurum ve kuruluşları, toplumu ve cumhuriyet kazanımlarını, yeniden inşası uzun zaman alacak kadar tahrip etmiştir.
Öğrencilik ve akademik hayatımı geçirdiğim Bordeaux’da bir üniversitenin adını taşıyan Fransız düşünür ve siyaset kuramcısı Montesquieu’nün 1748’de “Türk ülkesi” için yazdığı şeyler, bugünün Türkiye’sinde ne yazık ki gerçekleşmek üzerdir.
Bundan 277 sene önce yayınlanan “Kanunların Ruhu (De l’esprit des lois)” isimli eserinde Montesquieu şöyle diyor:
“Eğer aynı idarenin kişilik veya yapısında, yasama erki yürütme erkiyle birleşmişse, hiçbir şekilde hürriyet yoktur. Çünkü aynı monarkın veya aynı senatonun, zalimce yürütmek için zalimce kanunlar yapmasından korkulur.
Yargı erki de, yasama ve yürütme erklerinden ayrılmış değilse gene hürriyet yoktur. Eğer bu erk, yasama erkiyle birleşirse, vatandaşların hayat ve hürriyetleri üzerindeki idare, keyfe kalmış bir idare olur. Çünkü yargıç kanun koyucunun durumuna düşer. Şayet yargı erki, yürütme erkiyle birleşirse, yargıç korkunç bir zalim kesilir.”
Bu üç erki de aynı kişi veya… kurullar kullanırsa her şey mahvolur. ….
Avrupa’nın çoğu krallıklarında hükûmet hafifletilmiştir. … Bu üç erkin padişahın kişiliğinde birleştiği Türk ülkesinde ise korkunç bir istibdat hüküm sürer” (Orijinali: “Chez les Turcs, où ces trois pouvoirs sont réunis sur la tête du sultan, il règne un affreux despotisme”.)
Bu kaygılı uyarıları, 10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi tartışmalarında, ulusan ve yerel basında yazmıştım. Özellikle de şunu vurgulamıştım: yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin elinde toplandığı kişinin kim olduğunun bir önemi yoktur. Bu kişi, bir “bilge kral” veya halk tarafından yüksek bir oy oranıyla seçilmiş bir başkan olsa bile değişen bir şey olmaz. Halk tarafından seçilmiş olması bu kişinin yetkilerini kötüye kullanmayacağı anlamına gelmez. Her kuvvetin doğasında kötüye kullanılma eğilimi vardır. Bundan 137 sene önce İngiliz düşünür Lord Acton’un söylediği gibi “iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır”.
Bu “Şahsım Devleti” yapı, sadece bu nedenle çökmeye mahkûmdur! Bu da, ülkemizin özgür, çağdaş, laik, hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik bir ülke olmasını amaçlayan tüm muhalif kesimlerin ortak mücadele alanı ve amacı olmalıdır. Birinci hedef sandığı bu gözü dönmüşlüğün elinden kurtarmak ve bir seçim yapabilmek, sonra çözülmesi gereken en acil sorunumuz, anayasada tanımlanan demokratik, laik, sosyal, hukuk devletini tüm kurum ve kurallarıyla yeniden inşa etmek, cumhuriyetimizin kuruluş değerleri çevresinde, sandığı, seçimi anlamsız kılmaya çalışan bir iktidarın “yenemeyeceğin rakibini sakatla” dusturuyla başlattığı “soğuk savaş”a karşı Büyük Önder Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini rehber alıp içeride ve dışarıda barış iklimi yaratmaktır. Unutmayalım ki dönüşüm ve ilerlemeyi sadece itiraz edenler başarır. Bu Ülke Bizim, Türkiye Hepimizin.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 18 Nisan 2025
YORUMLAR