Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

UZAKLARDAN ÜLKEMİZDEKİ GÜNCELİ YAZMAK

Sözün ve yazının en büyük kaynağı güncel olandır. Söz, sadece hızlı yayılmaz kolay da tüketilir. İnsan iletişiminde ilk adım hep sözdür. Son sözü ise yazı söyler. Fransız yazarı Marguerite Duras doğruyu söylüyor: “İnsan içinde bir yabancı barındırır, yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır.”

 

Bilhassa sürekli yazıyorsanız ülkedeki güncelin yönlendirmesi, basıncı hatta tehdidi altında hissedersiniz. Bir başka ülkede sadece bir tanesi yıllarca konuşulacak, üzerine onlarca kitap yazılacak, filmler çekilecek olayları biz günaşırı yaşıyoruz! Ülke gündemi felaket. Olaylar durmaksızın olup bitmekte, konular hızla yer değiştirmekte, bugün önemli gözüken ertesi gün bayatlamakta, tam söz yazı olarak mayalanıp akma aşamasına varmışken aniden bambaşka bir rüzgar esip her şeyi tarumar edivermektedir. Bugünün Türkiye’sinde güncel tarafından kemirilen bir çağın içine düşmek başlı başına bir mesele belki ama, dilin yazı olarak mayalanması, kendisini geleceğe aktarabilmesi demek.

 

Öte yandan güncel heyecanlarımızla da dolu. Bu durumun çekici yanları da var ama yaşamanın yakın mesafesinde kendi nefesimizi bile duyamaz hale geliyoruz bazen. Oysa kalbimiz biteviye ve yüksek sesle durmaksızın atmakta. Bir nefes sesimizin bir kalp atışımızın olduğunun idrakine varıp da içimizi geri aldığımızda başlıyor sanki yazı. Böylece güncelin, olup biten her şeyin yazıya, yazı olmak için döndüğünü görebiliyoruz. Söz ilk tanı olarak bir işe yarıyor. Yazı ise tanıyı ilerletip onu kavramsallaştırıyor.

 

***

Dilbilim üzerine de yazılar yazmış ve modern üniversite sistemine adını vermiş olan Alman filozof Humboldt’un araştırmalarına göre her insan kullandığı kelimelerle bir dünya oluşturur: Bir dünya vizyonu oluşur. Bu vizyon içinde daha yüksek seviyede düşünenler ve düşüncelerini daha kısıtlı tutanlar arasında sınıfsal farklar veya sınıf fraksiyonu ayrımları oluşmaya başlar.

 

Yazılarımı yıllardır izleyen kadim bir dost arkadaşım bir zamanlar beni aşırı Batılı olmakla suçlardı, iyi niyetle telkin ederdi. Gerçekten Kartezyen rasyonalist miyim, Plato’nun ve Antik Roma heykellerinin rasyonalizmle alakası nedir, hep Paris-Berkeley-Londra dünyasında mı yaşıyorum, tereddüde düşüp buradaki yakın çevremdeki arkadaşlara sordum, kimse doğru dürüst bir cevap veremedi.

 

Aslında Muhayyil dostumuzun vehmettiğinden daha basit biriyim galiba. Evet, aldığım/verdiğim eğitim Batı eğitimi olduğundan, ve benim sorduğum sorulara en bol ve bereketli cevaplar o cihetten geldiğinden, Batı hayranı olduğum izlenimi çıkıyor olabilir ortaya. Oysa klasik Şark medeniyeti hakkındaki bilgim ve duyarlığım da, Batı tarafım kadar olmasa da, sanırım bugünkü Türkiye’de herhangi birinden eksik değildir.

 

Evet Avrupa’ya gelişim 60 yılı buluyor. Buna rağmen, “ne mizacım ne de kimliğim” değişti. Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum. Türkiye Cumhuriyeti’nde doğdum, okudum, çalıştım, büyüdüm, çoğaldım. Asıl söylemek istediğim şu: Batı medeniyeti ve düşüncesine dair edindiğim bilgi hatta Batılı bir düşünme tarzına sahip olmam dahi, beni öz kültürümden koparmadı. Victor Hugo’nun; “Ağaç gibi olun, yapraklarınızı değiştirin ama asla köklerinizi değil.” söylemini izlemeye çalıştım. Kanımca insanımızı kültüründen koparan şey, Batı’ya dair edindiği malûmat değildir. Bu, hakkıyla Şarklı olan bir adamın type’ini değiştiremez. Çünkü yazarı öz irfanına bağlayan asıl bağ, çocukluğundan itibaren “hep şarklı hissiyatıyla” yaşaması ve büyümesi; annesinden ve ninelerinden dinlediği masallar, senelerce sisli kahvelerde saz şairlerinden duyduğu türküler, camilerde, cemaatlerde, tekkelerde okunan ezanlar, dualar, mevlitler, devrânlar, semailer, neyler, kudümler, zikirler, ilahiler, omzunda sırma işlemeli cüz kesesi, at üstünde alayla, ilahilerle okula başlaması, Muharremlerde aşura (hrisi) dağıtımlarına katılması, ramazanlar, iftarlar, sahurlar… Beni Türkiye’ye en kavi rabıtalarla (bağlarla) bağlayan [işte] böyle çocukluğumda yaşamış olduğum derin heyecanlardır. Nitekim, gördüğünüz gibi bütün yazılarımda bu konularda sesli düşündüklerimi de sizinle paylaşıyorum.

 

Paylaşım da sevgi ögesinden oluşan bir temas hali sanıyorum. Kelimelerle yazınca ağırlığından uzaklaşıyor gibi. Türkiye’nin önde gelen Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi uzmanı rahmetli Prof. Vecdi Aral’ın anlatımıyla, başkalarına yönelmeyi anlatan sevgi ağırlığın “ben” üzerinden alınıp (uzakta da olsa) “sen” üzerine taşınması.

 

***

Ülkemizde bir yandan devasa imparatorluğun son virajında bir içe çöküş yaşanırken, hayatta kalma refleksiyle kendisinden ve varlığından başka hiçbir şeyi düşünmeyen iktidar, eline aldığı hukuk sopasıyla her kapıyı çalıyor, her genci darlıyor, herkesi korkutmaya çalışıyor. Bitmez tükenmez operasiyonlar/tutuklama görüntüleri; siz “Hak” dedikçe, haklamaya çalışan intikamcı bir iktidar düzeneği, siz “Hukuk” dedikçe “kulluk” isteyenlerin kininin hayatlara, haklara, özgürlüklere tasallutu, siz “Adalet” dedikçe üstünüze çullanan “Adalet ve nefret” vs. gibi topyekûn bir çürümüşlüğün yartıldığı hâli; düşünme, fikir ve fikrin ifadesinin varolduğu en uygun bir zamanlardan geçtiğimiz söylenemez ama Fransız düşünür Jean Paul Sartre’ın (varoluşçuluk) ögretisi bilhassa böyle zamanlar için mana ve ehemniyet arzeder. Siyasetin, bürokrasinin, iş dünyasının, sivil örgütlerin ve en başta da toplumun zenginleşmesi için başka da yol yoktur. Tartışmak, araştırmak, yazmak, konuşmak, karşıdakini anlamak, anlatmak zaman kaybı değildir. Bilhassa içinden geçtiğimiz, 102 yaşındaki Cumhuriyet’in en yüksek makamından söylenen “telef” sözcüğü yankılanıp durduğu böylesi dönemde, bu bir sorumluluktur.

 

Mehmet Akif’in bu hâli tasvir eden 1913 tarihli şiirin iki mısrası şöyle:

 

              Hâlimiz bir inhilâl etmiş vücûdun hâlidir: / Rûh-i izmihlâlimiz ahlâkın izmihlâlidir.

 

Hâlimiz, çözülmüş- dağılmış bir vücudun hâlidir:/ Çöküşümüzün ruhu, ahlâkın çöküşüdür.

 

Evet, Tevfik Fikret’in dediği “Bir uğursuz dönem”deyiz. Sis sarmış ufuklarımızı. Öyleyse ona kulak verelim:

 

“İnsan aklıdır eninde sonunda / gerçeği bulacak olan.”

 

Bunaltı, kötümserlik, umutsuzluk, öznellik gibi varoluşçuluğa özgü belli başlı temalar genelde boş vermişliği ve hareketsizliği çağrıştırır gibi görülür. Ama görünen köy bal gibi kılavuz ister. Köyü sadece görerek tanımak istiyorsanız zaten boş verip hareketsizliği yeğlemişsinizdir. Ama köye adım atıp orada yaşamayı seçerseniz hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığını fark edersiniz. Fark etmek istiyor musunuz? Yoksa fark etmeden yaşamayı mı yeğliyorsunuz? Seçim sizin.

 

Fark edip yaşadığınızda söylemek istediğiniz sözleri yazıya dönüştürürken size yol gösteren bir yol haritanız var. Harita “anlamak, yorumlamak yeterli değildir asıl olan onu değiştirmektir” diyor. Bir şey daha söylüyor pusula; “insan bu gelişmenin nesnesi değil öznesi, aktörü olabilir, yabancılaşma denilen ayak bağından kurtulabilir.” Burada “İnsanın toplumsal ve kişisel durumunu değiştirmek isteyenlerin yanındayız” diyen Jean Paul Sartre’ın yabancılaşma kavramı üzerinde şu şöylemi’ni hatırlayalım:

 

“Günümüzde, insanlardan çok nesnelerin sesi duyulmaktadır. İnsan şeylerin arasında sıkışıp kalmış ŞEY olarak yaşamına devam etmektedir. İnsan kendi amacını unutmuş, araçların amaçları arasında sıkışıp kalmış bir varlıktır. İnsanın sahip olduğu değerlerin içleri boşaltılmıştır. Günümüzde amaç-araç ilişkisi, karıştırılmaktadır. İnsanın başarıları, onu ortaya koyan insan kavramı unutularak ele alınmaktadır. Sorumluluk kavramı nesneye yüklenemez, insana aittir. Ana amaç ekonomi veya teknoloji değil, insanın kendisi olmalıdır. İnsanın benliğinden uzaklaşması, onun yabancılaşmasıdır.”

 

Sartre “Varoluşçuluk” kitabının 96. sayfasındaki “sonuçlar” bölümünde şöyle denmektedir: “İnsan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve şuna da inanmalıdır: Hiçbir şey, -Tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt (delil) dahi-, kişioğlunu kendinden, benliğinden kurtaramaz. Varoluşçuluk bir çeşit iyimserliktir bu anlamda, bir çeşit eylem, çalışma öğretisidir.”

 

Varoluşçuluk eylemsizliğe karşıdır çünkü ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik vardır. Hayatının, edimlerinin toplamından ibaret olan insan, kendini gerçekleştirdiği ölçüde vardır. Hayaller ve umutlar, insanı olumsuzca tanımlar. Bir girişimler zinciri olan insan, bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve bütünüdür. Kişinin kurtuluşu, çalışmakla yani eylemle kendisini insancıl bir varlık olarak kurmasıyla olacaktır.

 

Sonuçta, günler gelip geçti ve günler yine gelip geçecek. Sözler konuşuldu ve yine sözler konuşulup gidilecek. İnsandan geriye kalan ise konuştuklarını ne ölçüde yazıya dönüştürdüğü. Geçmişe dönüp bakıldığında yazıdan çıkan söz hep daha güçlü ve anlamlıysa, bu insansı yücelik az şey sayılmaz değil mi?

 

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

Bordeaux, Cumartesi 3 Mayıs 2025

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER